İbn Arabi, Anadolu’ya müteaddit defalar gelmiş, bu arada özellikle Sadreddin Konevî’nin yetişmesi ile meşgul olmuştur. Peki, Mevlana ile hiç karşı karşıya gelmişler midir?

Konya’ya ilk kez yirmi beş yıl kadar önce gelmiştim. Birkaç günlüğüne akrabaları ziyaret için çıkılmış bir yolculuktu bu. Çocuk zihnimde kalan tek şey, tren sesleri.. Her tren geçişinde heyecanla dışarı fırlayışımız.. Daha sonraki yıllarda sınav için gelip gittik birkaç kez. Esas Konya maceramız, üniversite için Konya’ya geldikten sonra başladı.

Ben İstanbul hayalleriyle yanıp tutuşurken, kaderimize Konya düştü. Bütün çabalarıma rağmen bizi bırakmadı. Konya, A. Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle bir sıtma gibi yakaladı, kendi âlemine taşıdı sanki. Ancak biz Konya’yı çok sevdik ve bu sevgi daha da derinleşiyor içimizde. İki yıllık bir ayrılıktan sonra, bir anne gibi tekrar çağırdı bizi. Bağrına bastı. Sevindik, mutlu olduk. Bilmiyorum bizi tekrar salar mı gurbet ele?

Bu o kadar önem değil aslında. Geçen yıllar zarfında, biz sadece Konya’da yaşamadık. Buradayken de buradan ayrıyken de Konya’yı yaşadık. Bu sebeple buradan ayrı kalsak da yine de burası ile yaşamaya devam edeceğiz.

***

Birlikte bir Konya gezisi yapalım, bir günü Konya’da yaşayalım istiyorum bu yazıda. Baharın bütün güzelliğiyle arzı endam ettiği şu günlerde böyle bir gezi içimizi açar diye düşünüyorum. Evet, Konya’da hayat erken başlar. Hafta içi veya hafta sonu fark etmez. Bu sebeple, erken kalkıyor ve çoğu esnafın yaptığı gibi sabah namazını Kapu Camiinde kılıyoruz. Yıllar önce bu güzel şehrin manevi mimarlarından merhum Hulusi Baybal’ın bir uygulamasıymış bu. Yüzlerine seherin, zikrin nuru sinmiş müridanla sabah namazında Kapu Camiinde buluşulur, namaz hep birlikte ikame edilirmiş. Arif Nihat Asya’nın bir dörtlüğü geliyor aklıma:

Seher vakti hava buhur

Şamdanlar nur üstüne nur,

Konyalımın evrad okur

Mırıl mırıl dudakları

Cemaat namazdan sonra hemen dağılmaz, günün ilk ışıklarıyla birlikte çorba içmeye gidilirmiş. Bugün de bu gelenek devam edip gitmekte. Biz de bu geleneğe uyabiliriz.

Pazar günüyse eğer, bir düğün yemeğiyle başlayabiliriz gezimize. Adettir. Konya’da düğün için etli pilav dökülür. Sabah erken kazanların ağzı dualarla açılır. Sıklıkla duayı yapan, şehrin sevdiği saydığı büyük bir sima olur. Sonra kafile kafile gelir insanlar. Eş dost, uzaktan yakından, zengin fakir. İlk yiyenler için biraz ağır gelebilir bu yemek. Ancak zamanla alışır insan. Hatta bağımlılık yapar. Mönüsü mü? Yoğurt çorbasıyla başlar, etli pilav, ekşili bamya, zerde. Arada pilav gelmeye devam eder. Nihayet şerbet ve irmik helvasıyla biter. (Yahya Kemal’a yöneltilen: “Üstad biz Viyana’ya kadar nasıl gittik?” sualine verdiği cevap burada hatırlanmalıdır: “Pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak!”)

***

Nereden başlamalı? “İstikamet belli değil mi?” diyerek bu soruyu lüzumsuz görebilirsiniz. Elbette önce Hazret-i Mevlâna ziyaret edilmeli, Pîr Efendiden destûr alınmalıdır. Prof. Ethem Cebecioğlu hocamızsa böyle düşünmüyor: “Önce, şems-i Tebrizî hazretlerinden başlanmalı!” diyor. Çünkü o, Celaleddin-i Rumi’ye, Mevlanalık yolunu açandır. Mevlana’da aşk ateşini tutuşturan meşaledir. Bu garip yabancı, bir saba rüzgârı gibi esip geçmiş, Celaleddin’in gönül âleminde fırtınalar koparmıştır. Kendisi göçüp giderken geride sağanak sağanak nisan yağmurları bırakmıştır. Aşk için mümbit bir toprak olan Mevlana’dan bundan sonra mısra mısra mesneviler, rubailer fışkırıp çıkmıştır.

Alaaddin Tepesin’den türbeye doğru giderken, sola sapıyor şems’in mütevazı mescidi içindeki kabrini ziyaret ediyoruz. Orada, şems’in vefatıyla ilgili spekülatif bilgilere itibar etmenin hiçbir anlamının olmadığı, manevi havayı bu gibi sorularla bozmamak gerektiği kanaatindeyim.

Şimdi tekrar türbeye revan olabiliriz. İskender Pala’nın ifadesiyle, dilimli gövde ve külahı ile Anadolu türbeleri arasında seçkin bir yapıya sahiptir, Kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe). Alemindeki sikke, Mevleviliğin sembolü olarak ziyaretçileri uzaktan selamlar gibidir. Türbe, Mevlana’nın vefatından sonra Emir Pervane ve Eşi Gürci Hatunun girişimleriyle inşa edilmiştir. Burası aynı zamanda diğer bütün Mevlevi zaviyelerinin merkezi olan âsitanedir. (Anadolu’nun Işığı s. 20)

İşte biz de Dervîşan kapısından girip, karşıdan “Yâ Hazret-i Mevlânâ” levhasını görüyor, vakit geçirmeden içeri süzülüyoruz. İç kapıdan girişte “Ka’betü’l-Uşşâk” diye başlayan bir hatla karşılaşıyoruz. Molla Câmi’ye ait olan bu Farsça beyitte meâlen: “Burası aşıkların kabesidir, her kim noksan girer, tamam gider” yazılıdır.

Şimdi Huzur-ı Pîrdeyiz. Ney sesi taa ötelerden bir şeyleri hatırlatıyor bize. Sadece, Mevlana’nın bir şeyler söylemesi için çok iştiyaklı gördüğü Hüsameddin Çelebi’ye:

Bişnev in ney çün hikayet mî-küned

Ez cüdâyîhâ şikayet mî-kuned

Dinle neyden kim hikayet etmede

Ayrılıklardan şikayet etmede

diye başlayan beyitleri eline sıkıştırdığı günü mü? Hayır hayır, çok daha öteleri. İnsanın öz vatanından ayrılıp dünyaya sürgün edildiği zamanları. Huzurunda durduğumuz büyük mürşid, beyit beyit hep bunu anlatmamış mıdır zaten? Esir kentten öz ülkeye, sürgün ülkeden başkentler başkentine ulaşmak hasretiyle yanıp yakılmamış mıdır?

İşte şimdiye dek Mevlana’nın ruhumuzda bıraktığı bu derin izlerle, neyin büyülü nağmeleri arasında, onunla yeni bir boyuta doğru manevi, deruni bir yolculuğa çıkıyoruz. Duvarlardaki hatlar ve tezyinat bu derinliği daha bir artırıyor. Ruhumuzu dinliyor, belki çoktandır yorduğumuz, hırpaladığımız gönül dünyamızı dinlendiriyoruz. Bir Fatiha üç İhlas-ı Şerif okuyup, başta Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere tüm Allah dostlarının ruhlarına hediye ediyor, onların ilâhi aşk ateşinden bize de kıvılcımlar lütfetmesini Cenâb-ı Allah’tan niyaz ediyoruz.

Oradan Semâhâne’ye doğru giderken üstümüzdeki sabır taşlarını atlamamalıyız. Yekpâre taştan, titizlikle ve derviş sabrıyla yontulmuş, işlenmiş bu taşlar aceleci ruhlarımızı bir parça dizginlemelidir.

Sonra Mustafa Armağan’ın kapıldığı şu hislere hepimiz kapılmadan edemeyiz: “Az ötede Mevlâna’nın giysilerine dokunmak isteği kabarır durur içimde. Dokumaları nezelmiş, yer yer lime lime olmuş bu tennûreler, bu bal rengi külahlar, şamdanlar, ‘Yâ Hazret-i Mevlâna’ levhaları, pirinç üzerine yazılı besmeleler ve dergâhın kudsiyetinde yunmuş yıkanmış bilumum eşyada nice asırların çınlamasını duyar, bu eşyaya zikir, ney, Kur’an sesi ve tesbihlerin tabaka tabaka eklendiğini görür gibi olurum.” (İnsan Yüzlü şehirler, s. 187)

Semahâneden mescid bölümüne geçer, orada göz nuru dökülmüş nadide yazmalara dalarız sonra. Kafamızı kaldırdığımızda kubbe bölümündeki vahdetten kesrete, kesretten tekrar vahdete akışın ince motiflerini görürüz. Çıkışın sağındaki çeşme de aynı sembolizmle yüklüdür. Su, mermer bir çanağa dökülür, oradan diğer çanaklara sonra tek bir çanakta toplanır. Yani: “Biz Allah’tan geldik yine ona döneceğiz!” ayetinin remzi gibidir bu.

Dergahlarda mutfak bölümü, dervişleri terbiye açısından önemlidir. Manevi yolculuk hizmetle başlar. İşte, mutfağın girişinde nevniyaz var. Yani derviş adayı. Derviş adayı belli bir süre sınanır. şayet bu yola istidatlı ve bu işte maharetli ise, ayakkabılar içeri doğru, yok değilse uçları dışarı doğru bırakılır. Bu gayet nazik bir üslupla adayın dervişliğe kabul edilmediğini göstermektedir. Çıkışın sağında derviş hücreleri. Mevlevilikte çile bin bir gün sürer. Noksan girenin nasıl kâmil çıktığı böylece anlaşılmış oluyor. Aynı şekilde Osmanlı toplumunun böylesine zarif, estetik bir yapıyı nasıl kazandığının ipuçlarını Mevlevihanelerden çıkarmak da kolaylaşıyor.

***

Konya, 13. yüzyılda bir başkent. Ticari bakımdan olduğu kadar, ilim irfan merkezi olmak bakımından da yükselen bir değer. Anadolu Selçuklu Devleti, Konya’da altın çağını yaşıyor. Bu arada İslam dünyasının çeşitli bölgelerinden büyük simalar teveccüh ediyor Konya’ya. Hazret-i Mevlana ve Babası Sultanü’l-Ulema henüz Konya’yı teşrif etmeden bir büyük mürşid ziyaret ediyor burayı. Bu, kıtalar, denizler aşıp gelen büyük maneviyat eri, Endülüslü seyyah Muhyiddin İbn Arabi’den başkası değildir. Yoksa İbn Arabi aynı aşkı, aynı vecd ve terennümleri doğu formunda dile getirecek, aynı ilâhi tecellilerden ilham alacak olan Mevlâna’nın müjdecisi midir?

İbn Arabi, Anadolu’ya müteaddit defalar gelmiş, bu arada Konya’da da kalmış, özellikle Sadreddin Konevî’nin yetişmesi ile meşgul olmuştur. Peki bu iki aşk denizi hiç kavuşmuşlar mıdır? Tarihleri tam tutturamasak da menkıbeler böyle bir kavuşmayı anlatmaktadırlar bize.

Bir menkıbeye göre, Celaleddin’i çocukluğunda babasının arkasında yürürken gören İbn Arabi: “Ne Acayip bir şey görüyorum, güneş ayın arkasından gidiyor!” diyerek hayretini ifade etmiştir.

Bir başka menkıbeye göre ise İbn Arabi ile Celaleddin, Sahip Ata Camiinin avlusunda karşılaştılar. İkisi de Allah’ın bahşettiği sırlarla yüklüydü. Biri diğerine aynaya bakar gibi bakıyordu. Onda kendini görüyordu. Celaleddin ona “Sultanım” diye hitap etmişti. O da “Sultanların aradığı sultan” diyecekti. Bu karşılaşma mülk ile melekutun karşılaşması gibiydi. (S. Yasızuçanlar, Gezgin, 255)

Sadreddin Konevi, Konya’nın bir başka değeri. İbn Arabi ile Mevlana arasındaki birleşme noktası. O, her ne kadar Celaleddin’le dost olsa da, İbn Arabi’ye sonuna kadar bağlıdır. Şeyhin Ekberî irfanını sistemleştiren, anlaşılır kılan, onu doğuya tanıtan bir şahsiyettir. Konya aynı dönemde bu büyük simalara ev sahipliği yapmakla çok büyük bir nasibe kavuşmuştur. Mevlana’nın bir irfan okyanusu olan Mesnevi’si, ihtiyar Asya’nın ebedilik iştiyakı olan Divan-ı Kebiri; İbn Arabi’nin Risâletü’l-Envar’ı ve daha başka eserleri, Konevi’nin neredeyse bütün eserleri bu bereketli şehirde doğmuştur. Oradan tüm dünyaya yürümüştür.

Şu halde, Larende Caddesi’nden geçip Sahip Ata Camiini ziyaret edelim, caminin avlusunda, bu iki denizin kavuşma noktasındaki asûde havayı teneffüs edelim. Oradan Konevi türbesine geçip bir Fatiha okuyalım.


Mesut Kaya'ın Yazısı.