“Yazmayı öğrendiğim yıldan bu yana yazmayı; hislerimi, düşüncelerimi, dert edindiklerimi yazarak ifade etmeyi çok seviyorum. Ama problem şu ki, Genç Dergisi’nde yayınlanan iki yazı hariç, yazdıklarımı günlüklerin ötesine taşıyamadım. Zaman içerisinde yazma hususunda âdeta bir kısır döngüye girdim. Yazmayı seviyorum, yazıyorum; ama ya tembellikten, ya yetersizlikten yahut usulsüzlükten, bir türlü kabuğumu kıramıyorum. Bazen sabah ezanlarına kadar oturup hazırladığım taslakları tekrar başına geçip yayınlanabilir hale getirmeye muvaffak olamıyorum.”

Yaz içerisinde Yazı Atölyesi’ne gelen bir e-posta bu ifadeleri içeriyordu ve devamında, “Artık daha fazla zaman kaybetmeden yazma üzerinde ciddi bir şekilde çalışmayı hedefliyorum. Bu noktada birtakım hususları size danışmak istiyorum” diyerek bize bir dizi soru yöneltiyordu. Hepsi son derece önemli olan ve hepsi esasen yazı yolculuğu yaşayan her arkadaşımızı ilgilendiren sorulardı bunlar. Dolayısıyla, bu sayımızda Yazı Atölyesi’ni, yerimizin müsaade ettiği kadarıyla bu sorulara ayırdık. Yazılarınızla ilgili değerlendirmelerimiz ise Ekim sayısında devam edecek.

Kağıt-kalemle mi yazmalı, yoksa bilgisayarla mı? Kalem ve kağıtla kurduğum rabıtayı tuşlarla kurmakta zorlanıyorum. Ancak kağıt üzerindeki bir taslağı tamamladıktan sonra bilgisayara aktarmak da zaman alıyor. Bu hususta ne tavsiye edersiniz? Kalem ve kağıdın sağladığı atmosferi zamanla tuşlar da sağlar mı? Yoksa daha yoğun konsantre olmamı sağlayan kağıt-kalem ikilisiyle devam mı etmeliyim?

Önemli olan, engelleyici bir durumla karşılaşmadan yazabilmek. Bunu kimi deftere yazarak yapar, kimi A4 kağıtlara yazarak, kimi daktiloyla, kimi de bilgisayarla. Bilgisayarda çalışmanın elbette pek çok kolaylığı var, yazı yolculuğu bir kere yazmakla biten birşey değil, dolayısıyla bilgisayarda yazdığımızda metnin üzerinde tekrar tekrar çalışmak daha bir kolaylıkla mümkün oluyor. Kendi tecrübemi söyleyeyim: Düz kağıda yazmakla başladım, daktiloyla devam ettim (o zamanlar bilgisayarlar yoktu henüz), bilgisayara geçmekte de epeyce zorlandım, ama yaklaşık yirmibeş senedir bilgisayarda yazıyorum. Bununla birlikte, iki şeyi terk etmedim: Yazmayı düşündüğüm konuları, ana fikirleri deftere not alıyorum, yazı taslağını ise bir kağıda yazıyorum. Ama sonraki aşamalarda hep bilgisayarda çalışıyorum. Bununla birlikte, hâlâ daha dolma kalemle ve deftere yazarak ilerleyebilen, duygu ve düşüncelerini en rahat biçimde böyle aktarabilen yazarlar olduğunu da biliyorum.

Bilgisayarda zorlanma konusuna gelince; çok azı tavsiyemi gerçekten dikkate alsa da, yazı hayatına dair birebir sohbetlerde genç arkadaşlarıma ısrarla söylediğim bir husus var: on parmakla yazmayı öğrenin, bu birkaç haftalık bir idmanla başarılabilecek bir şey, çok kolay. On parmakla hem çok hızlı yazarsınız, hem de başınızı eğmek, gözünüzü tuşlarda gezdirmek zorunda kalmazsınız ve hem parmaklar tuşlar arasında gezerken ekranda yazılanları rahatça okuduğunuz için yorulmadan, sıkılmadan devam edersiniz.

Nerede yazmalı? Sosyal medyayı (twitter, blog vs.) mı tercih etmeli, dergide yazmayı mı? Yoksa her ikisini birden mi yapmalı? Sosyal medya yazarlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Birkaç hususu söyleyeyim: 1. Yazı olarak çalışmayı düşündüğünüz bir ana fikri bir yerde konuşmayın veya twit olarak filan yazmayın, bunu yaptığınızda o ana fikri yazıya dönüştürme şevkiniz söner. 2. Dergide yazmak, bir ustanın yol göstericiliğinden yararlanmak veya bir editörden yardım almak, en güzeli. Ama dergilerin sayfa hacmi belli, her yazdığımızla ilgilenmeleri veya ilgilenseler bile yayınlamaları pek mümkün olmuyor. O sebeple sosyal medya, bloglar vs. yazdıklarımızı paylaşmak ve geri dönüşler alarak yazıda ilerlemek için önemli bir imkân. Ama öte taraftan, sosyal medyada yazıyor olmamız bizi çok erken ‘olgunlaştığımız’ duygusuna sevk edebilir, hatta aldığımız bazı iltifatlar sebebiyle ‘oldum’ deyip yazımızda olması gereken birçok şeyi öğrenip uygulamaktan mahrum kalabiliriz. Başka bir risk daha var: Yazılarımıza gelen haksız, yersiz, üslupsuz bir eleştiri bizi yazmaktan alıkoyabilir, korku ve küskünlüğe yol açabilir.

Yani, mesele sadece yazmakla başlayıp bitmiyor; işin bir de psikoloji tarafı var. İç dünyamızı yönetmek, aşırı övgü ve ilgiden şımarmamak, eleştiri ve yergiden korkmamak ve küsmemek, dışarıdan gelen olumlu-olumsuz tepkilerin dilimizi ve üslubumuzu etkilemesine müsaade etmemek, yürüyüşüne ‘kendisi’ olarak devam edebilmek… Marifet iltifata tâbidir, dolayısıyla yazdıklarımızın bir şekilde ulaşılabilir olması yazmaya devam için önemli bir motivasyon sebebidir; ama bu süreçte psikolojimizi iyi şekilde yönetmemiz gerekiyor…

Bunu başardıktan sonra, nerede yazdığımız mesele değil, yeter ki yazmaya devam edelim.

Çalışmaya nereden başlamalı? Taslağı tamamlanmış, gözden geçirilmesi kalmış yazılardan mı; konusu ve içeriği belirlenmiş, ama hiç yazılmamış olanlardan mı; yoksa zamansız ve plansız yazılıveren taze yazılardan mı? Hangisine öncelik verip nasıl ilerlemeli?

Yazmak, bir ölçüde kendisini ‘hazır hissetmek’le ilgili. Dolayısıyla, her yazar için sözünü ettiğiniz türde yazıların hepsi aynı anda söz konusudur. Öyle ki, notlarını aldığınız, hatta bir yere kadar yazdığınız bir yazı varken, bir anda kendinizi yazmaya ‘hazır hissettiğiniz’ taze bir yazıyla meşgul bulabilirsiniz. Bazı yazıları düşünmek ile yazmak arasında yirmi sene olur, bazısı düşünüldüğü hafta yazılır. Ve her hâlükârda bir yazar için, geride bir sürü yarım yazı kalır.

O sebeple, öncelik şunda veya bunda olmalı diyemiyorum. Ama şunu diyebilirim: Kolay yazabildiklerimize odaklanırsak, kendimizi bir kafesin içinde bulabiliriz. Onlarla yetinmememiz, daha zor olanın da derdini çekmemiz, onu da tamamlayamazsa rahat edemez bir halde olmamız gerekir; tâ ki, öylesini de, böylesini de yazmaya muktedir olabilelim. Gördünüz mü, yine ‘psikoloji’ girdi devreye. Yazarken sadece kelimeleri kullanmayı değil, iç dünyamızı yönetmeyi de öğreniyoruz.

Kendimi geliştirmek, ifade ve anlatım gücü açısından ilerleyebilmek için neler yapabilirim? Özellikle okumamı tavsiye edebileceğiniz eserler ve yazarlar var mıdır? Bu hususta edebiyat fakültesine devam etmeyi önerir misiniz?

Yazarlığın okulu yok. Mühendislik fakültesinden mühendis, tıp fakültesinden doktor, eğitim fakültesinden öğretmen olarak çıkıyorsunuz ama, edebiyat fakültesinden edebiyatçı olarak çıkacağınızı söyleyemeyiz. Sadece, bir edebî metni daha iyi değerlendirme imkânına kavuşacağınızı, yazmaya gayretiniz varsa aldığınız eğitimin buna bir derece katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Hangi eğitimi almış olursa olsun, herkes yazar olabilir; bu okuduğumuz bölümden ziyade, bizim yazıyla olan temasımızın düzeyi ile ilgili. Yazıda kendini geliştirmek için ise, öncelikli olarak, dert sahibi olmak ve ‘yazmasam yapamazdım, paylaşmasam duramazdım’ düzeyinde yazmanın iştiyakını duymak gerekiyor. Bir de, kuvvetli bir sabır. Bunlar olduktan sonra, yazdıkça öğreniyoruz; yol, öğretiyor.

Bu yolculuğa talip bütün arkadaşlara en az bir yazarı ‘usta’ edinmelerini söylüyorum, başlangıçta bir yazara öykünmenin ayıp değil, belki lâzım olduğunu söylüyorum. Ama bir aşamadan sonra, öykündüğümüz yazarların üzerimizde etkisi kalsa da, kendi üslubumuz, tarzımız da oluşuyor. Bununla birlikte, ille de şu eser ve şu yazar ustanız olmalı demem, diyemem. Bunun kararını verecek olan sizlersiniz.

Bir yazının olduğuna veya olmadığına nasıl karar verilebilir? Bazen şevkle, heyecanla ve özenle yazdığım bir yazı ertesi gün gözüme basit görünebiliyor meselâ. Yahut bir şey yazıyorum, ama çok önemsemiyorum, daha sonra benzer bir yazının veya konunun işlendiğine rastlıyorum internette ya da bir dergide. O zaman “Yazım (fikrim) fena değilmiş aslında, keşke yazsaymışım” diyorum. Bu kendine güvensizlik midir, cesaretsizlik midir, yoksa mükemmeliyetçilik mi, çözemiyorum.

Nasıl anneleri ve babaları için çocuklar hep ‘çocuk’ kalır ya, yazıların durumu da yazar için budur. Bir yazı, yayınlanmış da olsa, hatta çok beğenilmiş de olsa, yazar için o yazı hâlâ ‘çocuk’ ve hâlâ büyümeye müsaittir. Bu sebeple, yazarın gözünde bitmiş yazısı yoktur, başlamış yazıları vardır. Bunu böyle kabullenmezsek, sözünü ettiğiniz şekilde ya güvensizlik, ya mükemmeliyetçilik, veya başka bir şey yazmaya çok çabuk mani olabiliyor.

Buna karşılık, bir yazımın ‘olduğuna veya olmadığına’ kendi açımdan şöyle karar veriyorum: 1. Derdimi anlatabildim mi, beni bu yazıya sevkeden ana fikri derli-toplu bir şekilde işleyebildim mi? 2. Elimden geleni yaptım mı, yoksa şu şartlarda elimden bundan fazlası geliyor mu? Dört dörtlük olmasa da derdimi anlatabildim, şu an ne kadar zorlasam da elimden daha fazlası gelmez diyorsam, benim için o yazı ‘olmuş’ demektir; ileride dönüp tekrar çalışırız ama, o ayrı…

Yaşadığın diğer ruh haline gelince; bir yazıyla, o yazıdaki fikirlerle insanın zihni sürekli meşgul olunca, bir müddet sonra bunlar herkesin mâlûmu sıradan şeylermiş gibi geliyor insana. Dolayısıyla da, yazmaya ne gerek var deyip bırakabiliyor. Bu duyguyu aşabilmek için, insanın yazdıklarını ham haliyle de olsa paylaşabileceği dostları olmalı, hatta mümkünse onları yazısını okurken izleyebilmeli. Onların görüşleri, yorumları, hatta okurken yüzlerinin aldığı ifade dahi bizim için motivasyon sebebi olabiliyor, bu ‘sıradanlık’ algısını aşmamızı sağlıyor.

Yazı için bir olma süresi var mıdır, yoksa yazıdan yazıya değişkenlik mi gösterir?

Mayalanmaya bıraktığım çoğu yazı ekşiyip gidiyor kıvamını tutturamadan. Bazen de bayatlıyor. Ben yazıyı şekle sokana kadar gündem değişiyor. Kimi zaman da iyi yazamama kaygısı cesaretimi kırıyor. Evet, yazı için bir ‘olma süresi’ var diyebiliriz, ama bu yazıdan yazıya değişiyor. Bir günde olgunlaşan yazılar da oluyor, senelerce olgunlaşamayan yazılar da. Yahut, olgunlaşmasını umarken sönüp giden yazılar da. Bu, yazarın mukadderatı; bunu aşmanın bir yolu varsa da ben bilmiyorum. Elli küsur yaşıma geldim, neredeyse kırk senedir yazıyorum, bu söylediğin ruh hallerinin hepsini hâlâ yaşıyorum. Sonuçta, beni dönüp yine yazmaya motive eden şey ise, yazacağım yazımın muhtemelen mükemmel olmayacağı, ama yazmazsam kesinlikle sorumlu olacağım duygusu.


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.