Genç nesillerin inanç dünyalarında ateizm ve deizmin etkileri, bilhassa zamanımızda artmaya başladı. Bunun başlıca sebepleri nelerdir? Bu artışın önüne geçmek, tahkîkî bir îmâna sahip olmak için neler tavsiye edersiniz?

Bugün “global kültür” İslâm coğrafyasını istilâ etmiş durumda. Nasıl bir düşman istilâsı olur; bugün de bir kültür istilâsı var. Nefsâniyeti tahrik eden reklâmlar, lüks ve israfı kamçılayan modalar, televizyonun yanlış programları, internetin yanlış sokakları, menfî telkin ve propagandaları; müthiş bir mânevî erozyonu beraberinde getiriyor. İnsanların akıl ve gönül dünyaları hercümerç oluyor.

Gâye ile vâsıta birbirine karışıyor. Hayat, keyif için yiyip içmekten ibaret oluyor. Kalpler dünyanın esiri, nefisler şehevî arzuların kölesi hâline geliyor. Ruhlardaki tatminsizlik; insanlığı ferdî ve ictimâî buhranlara sürüklüyor.

Uhrevî endişelerden uzak, âhiretsiz bir dünya anlayışı insanlara telkin ediliyor. İslâm dünyasını öz değerlerine yabancılaştırmak isteyen materyalist Batı’nın da telkinleriyle, insanlar adım adım dinden-îmandan uzaklaşıyor, mânevî buhranlara sürükleniyor. Ve İslâm, lâyıkıyla bilinmiyor -maalesef-.

İstanbul’da -aşağı yukarı- yirmi-otuz sene önce geçmiş olan bir hâdiseyi nakletmek istiyorum:

Fransız Komünist Partisi Sekreteri Roger Garaudy İstanbul’a gelmişti. Yıldız Sarayı’nda bir konferans veriyordu. Ona şöyle sordular:

“–Siz, bir zamanlar komünisttiniz. Hem de komünizmi, Marks’ın bütün fikirlerini yeni baştan tedvin edecek derecede bir komünisttiniz. Şimdi ise müslüman oldunuz. Niçin katolik hristiyandınız, niçin komünisttiniz, şimdi niçin müslümansınız?”

O da dedi ki:

“–Ben katoliktim. Amerika’ya tahsile gittim. O zaman tröstler, karteller, bilmem kaç ton buğdayı yakıyorlardı, bilmem kaç ton sütü de döküyorlardı. Bunu da yalnız bütün piyasayı kendi tekellerinde tutmak (monopol) için yapıyorlardı. Bu acımasızlığa, bu merhametsizliğe içimden isyan geldi. Bu isyan beni komünizme sürükledi.

Baktım ki komünizm de ruhsuz, vicdanlar kuruyor. Onun için Katoliklik ile arasında bir köprü kurayım, böylece bir mâneviyat vereyim komünizme dedim. Baktım bu da olmadı, öylece kaldım.

Sonra benim için «vur emri» çıkarıldı. Lakin bir asker bana göz yumdu, ben de kaçtım.

Sosyolog olduğum için merak ettim, bu asker beni niye bıraktı diye. Gittim buldum onu;

«–Niye beni bıraktın, benim hakkımda vur emri verildiği hâlde?» dedim. Cevâben dedi ki:

«–Ben müslümanım, senin ne işlediğini bilmiyorum. Senin niçin canına kıyacaklarını bilmiyorum. Ben buna âlet olmak istemedim. Onun için sana göz yumdum. Sen de kaçtın.»

O zamana kadar ben İslâm’ı bir aşiret dîni zannediyordum. Merak ettim. Ben aynı zamanda bir iktisatçı olduğum için, ilk olarak iktisattan başlamak istedim:

Fâiz nedir? Çünkü komünizmde fâiz yasaklanıyor. Bir istismar sistemi. İslâm’da nedir fâiz? Onu merak ettim.

Bilâl’in bir hâdisesi beni rahata kavuşturdu. Bilâl, Allah Rasûlü’ne bir hurma götürür. Rasûlullah Efendimiz hurmaya bakar:

«–Bilâl, bu hurmayı nereden aldın?» der.

O da:

«–Bizde âdî hurma vardı. Rasûlullah r’in yemesi için ondan iki ölçek vererek bundan bir ölçek satın aldık.» der.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber r;

«–Eyvah! Bu ribânın/fâizin ta kendisi, sakın öyle yapma!» buyurur. Sonra da bir yol gösterir:

«–Şayet iyi hurma satın almak istersen, elindekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurmayı satın al.» buyurur. (Bkz. Müslim, Müsâkât, 96)

Baktım ki Rasûlullah Efendimiz, fâize en ufak bir tâviz vermiyor. Bu hâdise, beni bütün İslâm’ı tedkik etmeye yönlendirdi.

Burada Ebû Hanîfe’nin şâheser bir hukukçuluğu karşıma çıktı. O nasıl bir hukuk mantalitesidir! Bu beni ferahlattı, bana yol gösterdi.

Fakat bugün şunu söyleyeyim ki, maalesef İslâm dünyası Ebû Hanîfe gibi dünya çapındaki bir hukukçuyu tanımıyor. Ebû Hanîfe’nin hukuk mantalitesini ben öğretiyorum. Hâlbuki ben yeni müslüman oldum.

Siz sağlamsınız, fakat kendinizi hasta zannediyorsunuz. Siz hasta olan Batı’yı taklit ediyorsunuz. Hiç sağlam insan, hastayı taklit eder mi?..” dedi.

Demek ki evvelâ kendi değerlerimizin farkına varmalıyız. Mukaddesâtımızın kıymetini bilmeliyiz. Aksi hâlde -Allah korusun- bir hazine üzerinde aç ölen bedbahtlardan farkımız kalmaz!..

Hakîkaten bugün Batı dünyası hasta. Çünkü menfaatperest, pragmatist… Hristiyanlık ruhları doyurmuyor, çünkü kendi içi boş. Hristiyanlık, ilk darbeyi Pavlos’tan yedi. Pavlos şerîati kaldırdı;

“–Siz; Baba, Oğul, Rûhu’l-Kudüs’e yani teslise inanın, gerisini bırakın dedi. Tevrat’ın muâmelâtı/ahkâmı sizin üzerinizden kalkmıştır! Ahkâm, kanun çıkarma işi Sezar’a aittir.” dedi.

Yani siz canınızın istediği gibi rahatça yaşayın. Sizin dünyevî hukukunuzu da krallar tesis edecek dedi. Bu da kralların işine geldi. Sonradan konsiller toplandı arka arkaya. Bu konsiller, Hristiyanlığın akāidini kendilerine göre yeniden tesis ettiler. Yani akāide insanlar karar verdi.

325’te toplanan İznik Konsili, Hazret-i Îsâ’nın Rab olduğuna karar verdi.

381’de yapılan İstanbul Konsili, Rûhu’l-Kudüs’ün de Rab olduğunu kabul etti.

431’de yapılan Efes Konsili’nde Hazret-i Meryem’e “tanrı doğuran” sıfatı verildi. Hazret-i Îsâ’nın hem insan hem tanrı olmak üzere iki tabiatlı olduğu kabul edildi.

451’de yapılan Kadıköy Konsili’nde ise Hazret-i Îsâ’da tek tabiatın, yani tanrılık vasfının olduğunu söyleyen Doğu Kiliselerinin (Mısır Kıptîleri, Ermeniler, Süryânîler, Habeşliler) sapkın olduğu ilân edildi.

787’de yapılan İkinci İznik Konsili’nde, ikonlara (dînî tasvirlere) tapmanın günah olmadığı kararı verildi. Hâlbuki daha öncesinde 200 yıl kadar, ikonlara tapmanın günah olup olmadığı tartışması yaşanmış, hattâ bazen imparator tarafından, ikonlar yasaklanmıştı.

Ortodoks hristiyanlar, ilk 7 konsili kabul ederler. Katolik hristiyanlarsa sonuncusu 1965’te yapılmış olan, toplam 21 konsil kabul ederler. Katolik Vatikan’ın bu son konsilinde, diğer mezhep ve dinler arasında “diyalog” çağrısı yapıldı.

Velhâsıl bugünkü Hristiyanlığın akāid kısmını şûrâlar şekillendirdi. Şerîat kaldırıldı, dînin içi boşaltıldı. Kilise, menfaat mukâbili günah çıkarma usûlü getirdi. Bir insan kendisi gibi bir insanın günahını çıkarmaya başladı.

-Devam edecek…-


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.