S. Bilgehan Eren

“Bugün İngiliz kavmine deseler ki, Hindistan’dan mı vaz geçersin, Shakespeare’den mi; tereddütsüz Hindistan’ı bir bahşiş diye verirdik ve Shakespeare’i alırdık!”

“Hiçbir tanım bir mânâyı tamamen kuşatıcı değildir” ölçüsünü başa alarak, ilk elde şunu söyleyelim: Tiyatro, mânâları suretlendirme işi… Romanın, şiirin, hikâyenin ötesine geçerek; kelâmın üç buudlu olduğu esrarlı sahne. Oyunculardan dekora, ışıktan müziğe kadar birçok bileşenle birlikte; mânâya şekil-form vererek, âdeta ona can ve suret kazandırmak. Dolayısıyla “mistik” diye tâbir edebileceğimiz bir tarafı var. Görünenleri vesile kılarak, görünmeyenleri anlatmak bakımından sanat şekilleri içinde de mümtaz bir yer sahibi. Ve bu mistiğin, “şair-dehâ”larından Shakespeare ise tiyatro fezasının en parlak yıldızı, “tragedya”nın dünya çapındaki remz şahsiyetidir desek, sanırız mübalağa etmiş olmayız.

Shakespeare’in ölümünden yaklaşık 250 sene sonra, Vincent Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektupta, Shakespeare’den şöyle bahseder:

“Shakespeare harika bir adam! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslûbu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi.”

Shakespeare’in “olmak yahut olmamak” ölçüsünü, “yaşanmaya değer hayat ne” sualiyle bitişik ele alıp, tefekkür okyanusuna açılan Üstad Necip Fazıl’ın onun hakkındaki görüşü ise şöyledir:

“Shakespeare; insan ruhunun aksiyona, fikrin talep ettiği, istediği aksiyona bulanmış en büyük mimarıdır. İnsan ruhunun kaç türlü ruhanî, nefsanî kutupları varsa, burada Shakespeare’i en büyük derinliklere inmiş ve en canlı vak’a içinde, o kadar eski bir zamanda olduğu halde, bunları vermiş görürüz.”

Misal, Fransız tiyatrosunda aynı dönem içinde yıldızlar kadrosu (birden çok usta isim) varken, Shakespeare bu anlamda, kendi zamanında İngiltere’de tektir lâkin dünya çapında da erişilmezdir. Anlaşılmaz bir zuhur olduğu söylenir. Zira halkı görmezden gelmezken, hem halka, hem de en büyük entelektüele bir hitap tarzı vardır.

“Shakespeare kimdir, o mudur, bu mudur” tartışmalarının yapıldığı bir dönemde, sömürgelerden sorumlu İngiliz Bakan şöyle der: “Bugün İngiliz kavmine deseler ki, Hindistan’dan mı vaz geçersin, Shakespeare’den mi; tereddütsüz Hindistan’ı bir bahşiş diye verirdik ve Shakespeare’i alırdık!”

Bu söz söylendiği yıllarda, Hindistan ki İngiltere için çok kıymetlidir. Fakat İngiliz idrakinin, dil kurucusu adama, “şair-dehâ”ya verdiği kıymet hükmü son derece büyük ve nettir.

Evet… Nisan 1564’te doğan Shakespeare, yine bir Nisan ayında, 1616 yılında ölür. Geride 38 oyun bırakır. Bu eserleri verdiği süre 20 yıl olarak kabul edilir. Oyunlarını şiir ve düzyazıyı karıştırarak yazmıştır. Lâkin “tragedya”larında -genel anlamda- şiir daha hâkim konumdadır. 400 yıldan fazladır gündemde kalan bu adamda, dil kuruculuğu-dil ustalığı yanında, oluşturduğu karakterlerin de ötesine geçen bir şey vardır. Shakespeare’in insanı ve olayları ele alış biçimi, işleyişi gerçekten farklı bir perspektiftedir. Siyah ve beyazlardan, çok kesin yargılardan kaçınır ve özellikle izleyiciye sorular sordurmayı başarır. Tabiî ki bu elbette izleyicinin şuur seviyesi ile de ilgilidir. Üst satırlarda belirtmiştik, hem en büyük münevvere, hem de sıradan halka hitap eden bir tarafı vardır. Bu anlamda Shakespeare (tebliğci değil telkinci yönüyle), tam bir sanatkâr, muhatabında nefs muhasebesini ateşleyecek kadar da insanî hakikatten pay sahibidir. Ve tüm bunlardan dolayı güncelliğini koruyarak, günümüzde eserleriyle hâlâ yaşayan bir yazardır.

Zıt Kutuplar Arası Bir Çatışma

Bunun en güzel örneklerinden biri de zıt kutupların (ruh-nefs) çatışmasını-gelgitlerini ele alan Macbeth isimli eseridir. Shakespeaere’in 1606 yılında yazdığı Macbeth; Hamlet, Othello, Julius Caesar, Kral Lear, Romeo ve Juliet ile birlikte en önemli oyunlarındandır. Macbeth’i, bu saydığımız oyunlardan sonra yazmıştır Shakespeare.

Kısaca konusuna değinecek olursak; herkes tarafından iyi bir savaşçı ve iyi bir insan olarak bilinen Macbeth, bir savaş sonrası ülkesine dönerken yolda karşılaştığı cadılardan ilerde kral olacağını öğrenir. Bu kehanet, Macbeth’in içindeki kötü tutkuları harekete geçirir ve sonunu hazırlar. Bu bir bakıma belki de ilerde hakkı olabilecek bir şeyi, henüz hak etmeden alan-çalan bir insanın, çaldığının da bir süre sonra değerini yitirmesiyle çevresinde ve vicdanında yaşadığı trajedidir. Lâkin nasıl ki gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış olursa, ilk büyük hatayı yaptıktan, Kral Duncan’a ihanet edip onu öldürdükten sonra, Macbeth için geri dönüş yolu da kapanmıştır. Bunu şu ifadeyle dile getirir:

“Öylesine kan içinde yüzüyorum ki artık, Geri gitsem de bela, ileri gitsem de”

İlginçtir Macbeth’in yerine almak için öldürdüğü Kral Duncan, Cawdor Beyi’nin kendisine ihanetini öğrenince şöyle der:

“İnsanın içinden geçenler yüzünden okunabilseydi!

Nerde! Öyle bir sanatımız yok.

Bu beye nasıl güveniyordum,

Ne kuşkusuz bir güvenle.”

Oysa, Duncan’ın çok güvendiği Macbeth de kendisine aynısını, hatta başkaldırmaktan öte, daha da kötüsünü yapacak, onu sinsi bir tezgâh sonucu öldürecektir. Ve bu ilk cinayette eşi Lady Macbeth’in de payı çok büyüktür. Erkeği acımasızlık ve şiddetle özdeşleştiren Lady Macbeth, kocasını, tüm sinsiliğini ve kadınlığını kullanarak bir nevi kandırır, onun cinayeti için ortamı hazırlar. Lâkin her şeyin sonunda o da pişman olur, zira ilk akan kan, sonra akacak olanlara da vesile olur. Ellerine bulaşan kanın izleri hiç gitmediği gibi, ruhlarında da derin yarıklar meydana getirir, ta ki kendileri de o kanda boğulana kadar.

Bu hikâye tarihten günümüze kadar o kadar çok şey anlatır ki… Hak edilmemiş bir yemeğin lezzetinin olamayacağı, gün gelip o lokmaların insanı öldürebileceği… Politik hırsın iyi bir insanı, bir katile, bir canavara dönüştürebileceği… (Yeri gelmişken bir tedai: “Başa geçmek arzusunda hayr yoktur” buyurur Allah Resûlü)… Sevilen ve saygı duyulan bir yöneticinin güç ve iktidar şehvetine kapılıp, vicdanını tıkayarak bir diktatöre dönüşebileceği… Başlangıçta iyi görünen bir kişinin, sonradan kötüleşebileceği… (ki bunun da bizdeki tedaisi şudur: Hiçbir amelle aldanıp mağrur olma, bil ki ameller hâtimesiyle -son noktasıyla- ölçülür…) Orduları yenen kahramanların, kendi nefsleri önünde köle olabileceği…

Oyunda tekrarlanan “iyi demek kötü demek, kötü demek iyi demek” sözünü de şu şekilde yorumlamamız mümkündür: İnsan, ruh ve nefs’ten oluşan bir bütündür. Ruh müspet tarafını, nefs ise menfi tarafını işaret eder. Yani aynı insanda, hem rahmanî, hem de şeytanî bir istidat vardır. İyi ve kötü bir aradadır. Zaten dünyevî imtihan da budur. Ne tarafa gidilecektir?..

Ve son olarak da kehanetleriyle Macbeth’i baştan çıkaran, ona ilk büyük hatayı yaptırtan, ilk kanın dökülmesine vesile olan “Cadılar”ın, bizdeki tedaisi ilk elde şu olmuştur: “Onlardan kimisi, kimisini aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar” (En’am sûresi, 112. ayet meâli) Evet Şeytan’ın işi kargaşadır, kaostur, düzeni bozmaktır. Tüm bunları yaparken de yalanlarla doğruları karıştırır, net değildir, sürekli muallakta bırakır; zaten insan ruhundaki fitne tohumu da bu sayede zemin bulur ve büyür. Tam da Macbeth’te gördüğümüz gibi…

Soluksuz Bir Sanat Şöleni

Mart 2017’de ilk gösterimi yapılan ve bu yazıyı yazmamıza vesile olan Macbeth oyunu, Ulviye Karaca’nın yönetmenliğinde Şehir Tiyatroları’nda 2018-2019 sezonunda da sahnelenmeye devam etmektedir. Tek perdeden oluşan 75 dakikalık bu muhteşem oyunda, ana metne sadık kalınmış ve şiirselliğinin de korunmuş olduğunu özellikle belirtmiş olalım. Normalde 3 saat sürecek bir oyunu 75 dakika ile sınırlayınca normaldir ki orijinalindeki kadronun da daraltılması gerekmiş. Sekiz kişiden oluşan kadroda “Macbeth” ve karısı “Lady Macbeth”in yanı sıra; “Duncan”, “Banque”, “Haberci” ve üç de “Cadı” bulunmakta.

Sahne tasarımı, müzikler, dekor, ışık, kıyafetler, kuru kafalar, kılıçlar ve bu oyuna özel (şehir tiyatrolarında bir ilk olarak) kuklalar ile anlatılmak istenen örgüyü, vermek istenilen duyguyu seyirciye gerçekten de muazzam aktarıyor. Krakow Üniversitesi’nden Kukla ve Maske tiyatrosu üzerine yüksek lisansı bulunan Yönetmen Ulviye Karaca’nın, -insanın kötü duygularını (nefsi) sembolleştirmek için- oyuna kuklaları katarak sürrealist bir şekilde yorumlamasına, oyuncuların performansı da başta Macbeth’i canlandıran Kubilay Penbeklioğlu’ndan, Lady Macbeth’i oynayan Nurdan Kalınağa’ya kadar eklenince seyir-anlam zevki oldukça kaliteli olmuş. Ve oyunun en kilit karakterlerinden, kötülüğü temsil eden; Mana Alkoy, Damla Cangül ve Nilay Yazıcıoğlu’nun canlandırdığı “Cadılar”ın performansı da gerçekten görülmeye değer.

Ne diyordu Macbeth, “hayat dediğin yürüyen bir gölge”. Bir şeyin aslı, gölgesine, gölgenin kendinden daha yakındır düsturunca, gölgenin muradının aslı gibi olmak olduğunu vurgulayalım. Her ne kadar mutlak kemâl mânâda olamayacak olsa da, varlık sebebinin ona doğru yürüyüş mükellefiyeti olduğunu da hatırdan çıkarmayarak.


GENÇ'ın Yazısı.