Esad Mücahit Eskimez

Bu ay dergimizin dosya konusu Müslüman’ın buğzu. Müslüman neye, ne zaman ve nasıl öfkelenmeli sorusuna cevap arıyoruz. Kıymetli Eyüp Gökhan Özekin ile Türkiye özelinde ve gençler bağlamında Müslüman’ın buğzunu ve vaziyetimizi güncel meseleler üzerinden konuştuk.

Türkiye’nin belki de on yıllardır hiç dinmeyen hızlı gündemi sosyal medyanın öne çıkışı ile birleşince içinden çıkılmaz bir hal aldı. Artık kızdığımıza gerçekten Allah için kızabiliyor muyuz, yoksa kendi kabalığımızı, anlayışsızlığımızı mı yansıtıyoruz, bu hepimiz için ciddi bir soru. Bu konuda ince çizgiler nelerdir?

Kendini ifade ederken muhtevaya dair birikime ihtiyaç azaldı. Başlık ve resim üzerinden yorum yapıyoruz. Bunda da 280 karakter sınırımız var. Zaten uzattıkça da okunurluk azalıyor. Artık telaşlı ve kullan-at tepkiler ile hareket ediliyor. Saygınlık ölçüsü de takipçi sayısı. Fakat bir yerden sonra bu paçozluk patlayacak diye düşünüyorum, belki de umuyorum.

Hakikate ihtiyacımız var çünkü. Ama bu hızlı sosyal medya düzeni hakikati ıskalattırıyor ve hakikat ihtiyacının üzerini örtüyor.

Bir örnek vereyim: Kendisinden ve fikirlerinden pek hazzetmediğimiz İlker Başbuğ bir gazeteye röportaj verdi. Röportajında Afrin’e operasyonun “siyasi bir operasyon” olmadığı, böyle ifadelerin ordumuza ve ülkemize ayıp etmek olduğu gibi laflar etti. ABD’nin yanlış yolda olduğunu falan söyledi. Sonra sosyal medyada bazı hesaplar bunun tersini söylemekle suçladı eski Genelkurmay Başkanı’nı. Ardından bir parti Genel Başkanı, danışmanlarının yanlış yönlendirmesiyle söylediklerinin tam tersini söylemiş gibi İlker Başbuğ’u çok sert eleştirdi. Onu gören gazeteciler Sayın Cumhurbaşkanı’na İlker Başbuğ’un aslında olmayan “ifadelerini” sordu. Cumhurbaşkanımız daha da sert ifadelerle İlker Başbuğ’a yüklendi. Sosyal medyada Başbuğ linç edildi. Ertesi gün bir sürü köşe yazarı gazetelerdeki köşelerinde İlker Başbuğ lincine iştirak etti. Tek bir kişi bile adamın röportajına, yani hakikate bakmadı. Bizim -ve belki başkalarının da- ilgilileri uyarmamızla fark edildi durum ve belki de daha ağır bedeller öde(n)meden linç süreci kapandı.

Bu atmosfer sürdürülebilir değildir. Sosyal medya bitmez, evet, belki daha da belirgin bir rol oynayacak gündemimizde. Ama hakikate olan ihtiyaç bir gün sosyal medyanın mevcut atmosferini de ıslah edecektir.

Genç öfkeler sıklıkla yersiz görülür, oysa İsmet Özel bir ifadesinde “Gençlik fikirlerime ihanet etmedim” diyor. İnsan yaş aldıkça gelen sorumluluklar ve kaygılar ile çoğu zaman etliye sütlüye karışmaktan imtina ediyor. Buradan hareketle size göre soylu bir öfke içinde neleri barındırır?

Bu bir gerçek. Bazen de kaçınılmaz bir gerçek. Ama en azından gençken, henüz memur olmamışken, henüz çocuğun servis taksidini ödeme mecburiyeti yokken bu “dengeciliğe” teslim olunmamalı. 20’li yaşlarında daha iyi bir dünyayı dert etmeden “işimize bakalım” diyen bir genç 40’lı yaşlarında iğrenç bir adam olur. O yüzden genç kardeşlerimiz “uslanmasın”. Tavsiyem budur.

Ülkemizdeki yahut dünyadaki kötülükler, katliamlar, haksızlıklar vs. karşısında umursamaz bir tavır içinde olmak ne manaya geliyor? Ya da tam tersi bir bakış ile cep telefonumuzdan kınama yarışlarının bir ortağı olmak bize vicdani bir tatmin mi sağlıyor?

Doğru, “Dostlar alışverişte görsün” tarzı bir sosyal medya tepkiselliği veya “Boşver işine bak!” vurdumduymazlığı ikilemi var. İkisine de mecbur değiliz. Başta samimiyet gerekiyor. Samimi olduktan sonra bu ikisinin arasında geniş bir alan var. Tepki vereceğiz. Tepkisizlik insani bir şey değil. Ama tepkilerimizin altı amellerimizle dolu olmalı. Samimiyetle tavır koyacağız. Sözlü de, fiili de...

Müslümanlar için “ebedi bir düşman” konusunu düşündüğümüzde, sizin aklınıza ilk gelenler nelerdir?

Benzer bir soruya Said Nursi’nin cevabı: Cehalet, zaruret ve ihtilaf.

Bu kadarını söyleyelim. Detayını Nursi’den okumak daha faydalı olacaktır.

Muhakkak ki zalim gördüklerimiz ile günlük hayatımızda çeşitli kesişimler yaşıyoruz. Onlara karşı duruşumuzda gençler olarak nasıl bir pozisyon alalım ki çizgimiz makbul bir halde bulunsun?

“Zalim” daima karşıt görüşlü değildir. Zulme ve zalime fikir ayrımı yapmadan karşı olmamız lazım. “Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyebilmek lazım. Zulme rıza zulümdür. Pusulamız daima hakkı göstermeli. Hatta öyle ki, zalimlik edenler dahi, eğer içlerinde biraz vicdan kalmışsa; duruşumuzdan, lisan-ı halimizden ve hakperestliğimizden etkilenip zulmünden vazgeçebilmeli.

Bu mümkündür. Bugün “zalim” dediklerimizin tarafında olanlar yarın zulmü bırakabilir, fikir değiştirebilir hatta mazlum olabilir. Düzgünlük kriterlerimizde bizi de geçebilirler. Bunu temenni etmeli, buna çalışmalıyız. “Müellefe-i kulûb” (kalpleri ısındırmak) tam da bunun içindir. O yüzden meşru müdafaa dışında duruşumuzu kabadayılıkla değil, izzet ile sergilemeliyiz... Zillete düşmeden, mukaddesatımızı çiğnetmeden, ama bu tarafa geçirebilecek köprüleri de yıkmadan.

Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde “Sizden biriniz bir yanlış gördüğünde, onu eliyle düzeltsin. Eliyle düzeltemezse diliyle (düzeltmeye çalışsın). Buna da gücü yetmezse, kalbiyle (buğz etsin). Ki bu da imanın en zayıf derecesidir.” buyuruyor. Şöyle bir bakınca “buğzetmek” noktasında dahi çoğu zaman eksik kaldığımız söylenebilir. Peki ama elimiz ve dilimizle düzeltmekten nasıl bu kadar uzaklaştık?

Riskli çünkü. Tarihi risk almayı göze alanlar yazar. Cesur olacağız. Cesaret de imandandır. Bunu da önceki soruyla ilişkilendireyim. “Düzeltmek” istenen hep karşıdakiler değildir. Belki de çoğu zaman, en çok değer verdiklerimiz düzelsin isteriz. “Elle düzeltme” doğrudan müdahale etmek, “dille düzeltme” uyarmaktır. Bugün “bizimkileri” de “ötekileri” de uyarmak hoş karşılanmıyor. Yine de her şeye rağmen bu riski alalım derim...


GENÇ'ın Yazısı.