Mehmet Nişancı / Süleyman Çoban

Hikâyeciliğinin yanı sıra çeşitli televizyon kanlarında edebiyat ve düşünce programları hazırlayıp sunan, romanları, masalları, denemeleri ve araştırmalarıyla velud bir kalem olan Sadık Yalsızuçanlar ile sinema üzerine konuştuk.

Hocam öncelikle sinema ilişkiniz nasıl başladı?

Babam 1960’lı yılların ilk yarısında Malatya’da sinema işletmecisiydi. Ben 6-7 yaşlarına geldiğimde babamın işlettiği sinemada film izlemeye başladım. İlkokul yıllarında sinemada gazoz, çekirdek sattık. Biraz daha büyüdük yer göstermeye başladık. Babamın tutkulu bir sinema aşkı vardı ve bize geçti diyebilirim. Sinemaya gelen bütün filmleri defalarca seyrettim. Yüzlerce film seyrettim. Sonrasında film izleme tutkusu bende devam etti. Bununla beraber bilinçaltımda sinemanın görsel diliyle ilişkili hikâye anlatma, yazma, roman yazarlığı hevesi oluştu diyebilirim. Aynı zamanda yönetmenlik isteği de içimde oluştu. Zaman içerisinde sinemanın, film yapmanın zorlu bir süreç olduğunu gördüm. Çünkü film çekmek ticari maliyeti olan bir iş. Bunun yanında teknoloji ve teknik ekipman ihtiyacı olan, aynı zamanda kollektif bir iş. Birçok katılımcısı var. Önümde iki seçenek oluştu: İlki Yeşilçam’a gidip bir yönetmenin yanında set tozu yutarak usta/çırak bağlamında öğrenmek gerekiyordu; ikinci seçenek olarak da bunun okulunu okuyamadık ama en azından TRT kurumuna gireyim diye düşündüm. TRT’de iç yapımlarda drama bölümüne dahil oldum. Uzunca bir zaman maalesef sipariş işler yapmak zorunda kaldık. Giderek film yapmak gözümde bir hayale dönüşmeye başladı.

Sinema üzerine makaleler, denemeler kaleme aldınız. Kitap çalışmalarınız mevcut. Bu süreçte sizi motive eden neydi?

Sinemanın çok büyülü bir dil olduğunu düşünüyorum. Sinema aynı zamanda bütün sanatların toplamı olan çağdaş bir sanat. Yazıdan, sözden çok daha etkili, büyülü bir dil. Dolayısıyla duyulara seslenen, özdeşleşme yoluyla seyircinin bilincinde çok daha etkin süreçler oluşturan bir dile sahip. Sinemanın ontolojik bir boyutu da mevcut. Shakespeare tiyatroyu şöyle tanımlıyor: “Dünya bir sahnedir, biz oyuncularız. Allah, yönetmen ve senaristtir.” Bu sinema için daha çok geçerli bir şey. Örneğin inancımızda insanın yapıp ettikleri kayıtçı melekler tarafından sürekli kaydedilir. “Post production” dediğimiz çekim sonrası işlemler, mahşerde tekrar karşımıza çıkacaktır. Ülkemizde maalesef sinema ontolojisi ile ilgili kuram yok. Ben de en azından teorik değilse de biraz daha serbest deneme ölçüsünde çalışmalar yapmak istedim. O sırada merhume Ayşe Şasa ile tanıştım.

Sinema çalışmalarınızda Ayşe Şasa’nın yeri çok önemli bir yerde ve Ayşe Şasa ile tanışıklığınız da çok ilginç.

Yıllar sonra “Rüya Sineması” başlıklı bir yazı yazdım. Sinemanın bir rüya sanatı olduğuna değinerek sinemanın rüya ile arasındaki olgusal, metafiziksel ilişkileri konu edinen bazı örneklemeler yaptım. Yazıya giriş mahiyetinde öz yaşamsal, öyküsel bilgiler aktarmıştım. Ayşe ablanın katkıda ve setinde bulunduğu filmlerden bahsetmiştim. Bu yazı yayınlanınca Ayşe Hanım beni aradı, davet etti ve görüştük. Hatta bu çalışmamla ilgili Dergâh dergisinde yazısı da yayınlandı. Görüştüğümüzde dedi ki “Evlat, sen hikayeler yazıyor muydun gençken?” Meğerse daha önce yazdığım hikayeleri, gazeteci ve şair bir dostum okuması için Şerif Mardin Bey’e vermiş. Şerif Bey hikayelerimi okuduktan sonra bir de sinemacı gözüyle okunsun diye Ayşe ablaya iletmiş. Ayşe abla hikayelerimi okurken heyecanlanmış, imgeleri çok çarpıcı ve etkileyici bularak önerilerde bulunduğu bir not yazmış. Bu notları gazeteci arkadaşım bana ilettiğinde Ayşe ablanın yazdığından haberim yok tabi. Ayşe abla ile birbirimizi hiç tanımıyoruz.

“Ablacım, o yazıyı siz mi yazmıştınız?” dedim. O da cevaben “Evet” dedi; “Nerden nereye? Sen çocukken Malatya’da babanın sinemasında izlediğin filmin senaryosunu ben yazmışım. Senin yazdığın öyküyü de yıllar önce sen olduğunu bilmeden okuyup, rapor yazmışım.”

Peki neden Rüya Sineması gibi bir adlandırma yaptınız?

Rüya meselesi mühim... Yahya Kemal’in “İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar” sözüne İsmet Özel Bey şerh düşer. Hayal kendi bağlamında tutarlı bir kelimedir; ama geleneksel irfan sözlüğümüzde bambaşka bir anlam dünyasına sahiptir. Bir berzah, ara âlem olarak zikredilir. Hazinetü’l-hayal veya âlem-i hayal dünyasıdır. Varoluş katmanıdır. Bir bakış, perspektif boyutudur. İnsanın kendi zanları, kuruntuları üzerine geliştirdiği birtakım düşsel olgular değildir. Ama Hayal ve Rüya başlıklı yazımda hayale karşı rüyayı yüceltiyorum. Ayşe abla bunu “tahayyülat” kavramıyla çok farklı bir alana çekti.

Sinema bir rüya sanatı... Sinemanın rüya ile metafiziksel ilişkisi olduğu kadar bizatihi ilişkisi var. Salona giriyoruz, ışıklar kapatılıyor beyaz perdede görüntüler başlıyor. Andre Bazin sinema için “Gölgeler oyunu, gölgeler dininin ayini” diyor. Tıpkı yatağa girdiğimizde gözlerimizi kapayıp REM uykusuna geçmemiz gibi. Düş orada beliriyor. Biz uyuyunca rüyalar uyanır. Rüya dediğimiz şey hayattır. Dünyada uykudayız, rüyadayız. “İnsanlar uykudadır nefs-i emmaresinden ölünce uyanırlar” meselesi. “Oradan bir menfez açılabilir mi sinemaya?” düşüncesiyle bazı zihinsel, manevi, metafiziksel spekülasyonlar içeren yazılar yazsam mı diye içimde bir istek uyandı. Peş peşe sağanak gibi yazılar yazdım. Rüya sineması öyle kitaplaştı. O süreçte Ayşe abla benimle telefonlaştı. Günün büyük bir kısmını telefonda dostlarıyla konuşarak, tartışarak, dinleyerek geçirirdi. O sırada biz her gün öğleden sonra ve gece o kitabın yazılma sürecinde saatler süren konuşmalar yaptık. Kendisi sorar, dinlerdi. Ben sorardım, anlatırdı. Yazdıklarımı okurdum telefonda saatlerce. Ahizeyi kulağıma tutmaktan kulağım uyuşurdu. O süreçte el yordamıyla karanlıkta bir şeyleri bulma çabası içindeydim. Bu alanın çoraklığının farkında olmayan dostlar teorik bir çalışma olarak algıladılar. Teori falan değil. Çünkü bizde sinemanın kuramı, iletişim kuramı yok. Zaten yerleşmiş bir nizama sahip toplumsal süreçlerde kurama ihtiyaç duyulmaz. Eser kuraldan önce gelir. Kuram daha çok sancılı ve krizli süreçlerin ürettiği bir şeydir. Bu bağlamda “Rüya Sineması” kitabım bir şeye tekabül etti. Çeşitli dünya görüşlerine sahip insanların okuduğu ilgi çeken bir kitap oldu. 

Sinemayı ve rüyayı konuşurken Tarkovsky’den bahsetmesek olmaz sanırım.

Gençlik döneminde herkes Tarkovsky uzmanı olur. Bizim yönetmen ve senaristlerimizin bir kısmını etkilemiştir. İyi ki etkiledi; ama Tarkovsky pek ardılı olacak bir yönetmen, sanatçı değildir. Tarkovsky’yi tekil olarak görüyorum. Yani Tarkovsky kendinde başlayıp yine kendinde biten bir süreçtir. O, geleneksel Aristocu dramdan beslenen modern sinemanın çok tecimsel veya çok hızlı kurguya dayalı anlatım tarzına köktenci bir itirazdır. Tarkovsky -kendi deyimiyle- bir kişiye mektup yazar gibi film yapan, o yüzden seyirciye geniş bir yetki, saygı alanı bırakan, filmi yorumlamaya açık halde tutan bir film anlayışına sahip bir yönetmen.

Ülkemizde bir sinema dilinden bahsedebilir miyiz?

Dil anlamın kendisidir. Her araç mesajın kendisidir, biçimini kendi belirler. Türk sineması bunu oluşturabildi mi? Hayır. Bir krizin içinden geçiyoruz. Türk film dili dağarcığı oluşuyor şu an. Sancılı bir süreç bu! Sinemanın uyruğu Batı dünyasıdır. Kuzey Afrika, Latin Amerika, Uzak Doğu, İslam dünyasında yapılan sinema çalışmalarının özgünlüğü, zenginliği var. Şunu göz ardı etmemek gerekiyor: Alternatif aslın parçasıdır. Bollywood mesela. Hollywood’u örnek alır; ama yine de farklı bir dünyadır. Nitekim onların kendi geleneklerinden devşirdiği filmler de mevcut. Ülkemiz ise geleneksel dramanın etkisinde. Ülke olarak kelime ve kavram düzeyinde çok fazla takılıyoruz. Çok konuşuyoruz fakat yapmıyoruz. Aslında film, yapılarak gelişen ve zenginleşen bir şey. Birimiz bir film yapıyor. Sonra bir başkası film yaptığında anlayış sınırları değişiyor. Örneğin Sait Faik gelip, öykü böyle yazılır, diyor. Ondan önceki öykü tanımı değişiyor. Demek eser kuraldan önce geliyor. Bizim film ortamının böyle bir handikabı var. 

Sizin Rüya Sineması tanımlamanızın yanında İrfanî, Millî, İslamî gibi sinema tanımlarına bakışınız nedir?

Bütün sinema tanımlamalarının spekülatif olmaktan başka bir anlamı yok. Bunları zihinsel spekülasyon olarak değerlendirmeliyiz. Yani asıl olan filmdir, senaryodur, yönetmendir, üründür. Sonradan bunu biz isimlendirebiliriz. Bu da çok önemli değil. İrfanî sinema deyip kötü filmler yapmanın bir anlamı yok. Çünkü irfanî sinema dediğiniz zaman bunu çok tematik düzeyde bir tanım olarak kullanabilirsiniz. Ama sinemanın tabiatına dönük temel bir kavramlaştırma olarak öne süremezsiniz. Ben “Rüya Sineması” tanımını sinema ile rüya arasındaki olgusal ve metafiziksel ilişki bağlamında kullandım. Sinema zaten bir rüya sanatı... Rüya sineması diye bir akıl, ekol söz konusu olamaz.


GENÇ'ın Yazısı.