Âkif’e âlim dense medreseli değil; dahası o, medreselerin fonksiyonunu tamamladığı kanaatinde. Aydın dense, kendi değerlerine yabancılaşmış, kendi inanç ve kültürünü aşağılayan biri değil.

MEHLİKA SULTANA ÂŞIK YEDİ GENÇ”

18. yy. Avrupa’sında ortaya çıkan aydınlanma(tenevvür) hareketi, yeni bir sınıfı getirir beraberinde: Aydın(münevver). Aydınlanma, aklı ön plana çıkarıp, metafiziğe, inanca ve geleneğe savaş açar. Pozitivizmle birlikte, artık metafizik ve dinin belirleyiciliği sona ermiş, mucizeler dönemi bitmiş, bütün bunların yerini, akıl ve bilim almıştır.

İşte aydın, bütün bunlara inanmış ve bunların havariliğine soyunmuş bilgin tipi! Aydın, kendini din ve inancın karanlıklarından kurtarmış, kendi aklını kullanmak cesaretini göstermiş birey! Aydın, metafiziğin karanlık dehlizlerinden sıyrılıp bilimle dünyasını aydınlatmış insan! İlk etapta Hıristiyanlık ve skolâstikle bir hesaplaşmadır, Avrupa aydınının yaptığı. Zira skolâstik düşünce ağır bedeller ödetmiştir, Avrupa insanına.

Modernleşme yolunda hızla ilerleyen Avrupa’da üretilen bu düşünceler, dünyanın değişik bölgelerinde tüketilmeye başlanır kısa sürede. Sanayi devrimiyle teknolojisini geliştiren Avrupa, elde ettiği üstünlükle yeni hayat tasavvurunu ve değerlerini ihraç etmekte güçlük çekmez.

Bizim coğrafyada da Avrupa’nın bu yeni çehresine meftun, sahip olduğu değerlere sırt çevirmeye müheyya bir sınıfın ortaya çıkması gecikmez.  Avrupa’ya eğitim için giden ilk kuşak, Cemil Meriç’in deyişiyle “Mehlika Sultana Âşık Yedi Genç”tiler. Ortak vasıfları müstağriplikti bu gençlerin. Ama faziletleri ve günahlarıyla Osmanlıydılar. Daha sonraki nesiller gibi yabancılaşmamışlardı.” (C. Meriç, Bu Ülke, s. 131)

İlk kuşak aydınlarımız için söylenen Osmanlılık daha sonraki aydınlar için bir anlam ifade etmez artık.  Zira “Tarihinden koparılır aydın, toprağından, hatıralarından, hikmet-i vücudundan koparılır.” (Bu Ülke s.133) “Ülkesiyle göbek bağını koparan aydın”, “Türkçe konuşan bir Fransız”dır şimdi. (Bu Ülke s. 139,137) Avrupa’nın rasyonalist, pozitivist dünya görüşünü benimseyen aydın, kendi değerlerini o mihenge vurur artık. O gözle okur dinini, geleneğini. Netice, bütün bunlara ciddi bir tavır alıştır. Sadece tavır alış mı? Açık bir düşmanlıktır!

MEDRESE İLE MEKTEP ARASINDA

İslam dünyasında yüzyıllardır, geleneğe dayalı eğitim yapan, “nev-i şahsına münhasır bir varlık-bilgi-değer tasavvuru” oluşturan medreseler vardır. Ve medreselerin yetiştirdiği âlimler… Toplum üzerinde son derece etkili bir sınıftır, ulema sınıfı.  Ancak şimdi iki sınıf vardır ortada. Medrese geleneğine bağlı âlimler ve Avrupaî eğitim tarzını benimseyen mekteplerden yetişmiş aydınlar.

Derken medrese-mektep kavgası başlar. Aydınlara göre, medreseler çürümüştür. Çağdaş dünyaya vereceği bir şey kalmamıştır(!). Âlimlere göre ise mektepler Dücane Cündioğlu’nun deyişiyle yüzyıllardır devam edegelen varlık-bilgi-değer tasavvurunu veremezlerdi; zaten vermek gibi bir dertleri de yoktu. (D. Cündioğlu, Felsefenin Türkçesi, s. 129)

Ancak medreseliler ve mektepliler arasında keskin çizgiler yoktur. Son dönemlerden örnek verirsek; Elmalılı Hamdi Yazır gibi, İzmirli İsmail Hakkı gibi medrese eğitimi almış, bununla birlikte Batı düşüncesini bilen, bu konularda kalem oynatan medreseliler var. Öte yandan, Mehmed Âkif gibi, Babanzâde Ahmed Naim gibi mektepte okumuş, ancak medrese dersleri görmüş, geleneğe hâkim mektepliler var.

Şimdi Mehmed Âkif hangi sınıfa giriyor? Âkif’e âlim dense medreseli değil; dahası o, medreselerin fonksiyonunu tamamladığı kanaatinde. Ona göre de bu eğitim sistemi, bu devirde iş görmüyor artık:

Medresen var mı senin?

    Bence o çoktan yürüdü.

Hani göster bakayım,

    şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü

İbni Sina niye yok,

    nerde Gazâli görelim?

Hani Seyyid gibi

    Razi gibi üç beş âlim?

Âkif, yazılarında da medreseyi eleştirilmekten geri durmamıştır: “Bize lisan lazım, lisan! Lisanın kavaidini o lisan ile mütekellim olan kavimden daha iyi biliyorsunuz; lâkin o lisan ile yazılmış bir kitabı, bir gazeteyi okuyup anlayamadıktan sonra bu ilminizden ne fâide bekleyeceksiniz?”

Bu eleştirilerine rağmen o, fevkalade Arapça bilen, İslamî ilimler geleneğinin farkında biridir. Her ne kadar medresede okumamış olsa da klasik eğitimini dışarıdan almış bir âlimdir yani. Elmalılı gibi döneminin medrese çıkışlı âlimlerini aratmayacak kadar İslami ilimlere vâkıf bir âlim.

Akif’in Arapçasını takdir sadedinde Nazillili Hacı Süleyman Efendi’nin şu cümleleri onun seviyesini özetlemeye kâfidir: “Ben tek bir kelimenin tahkiki için diyar diyar dolaşmış bir adamım. Arab’da da Âkif kadar Arapça bilen bir kimse bulamadım.” Meclisin Kur’an’ı Kerim Meâli hazırlama sorumluluğunu Mehmed Âkif’e vermesi de onun bu sahadaki ehliyetini gösteren bir başka örnektir. (Başka örnekler için bkz: D. Cündioğlu, Bir Kur’an Şâiri, s. 15 vd.)

İÇERİDEN BİR BAKIŞ

Mehmed Âkif’e aydın dense, kendi değerlerine yabancılaşmış, kendi inanç ve kültürünü aşağılayan biri değil. Mehmed Âkif’i, Abdullah Cevdet’le yan yana düşünelim bir. Abdullah Cevdet, bütün çareyi batılılaşmakta gören kelimenin tam anlamıyla bir aydın prototipi. Abdullah Cevdet’in zaviyesinden bakıldığında, Mehmed Âkif tam bir molla. Hatta elinden gelse Abdullah Cevdet’i tepeleyecek birisi! (Oryantalist Dozy’nin Peygamberimize hakaretler içeren kitabını Türkçeye çevirmesinden ötürü.)

Evet, Mehmed Âkif, Abdullah Cevdet gibi bir aydın değil. Ancak, klasik dini anlayışı yeri geldiği zaman tenkit etmekten çekinmeyen bir yönü var. Kalemi keskin. Müslümanları yerden yere vuruyor:

Müslümanlık nerde!

    Bizden geçmiş insanlık bile…

Âlem aldatmaksa maksad,

    aldanan yok nâfile!

Kaç hakiki Müslüman gördümse

    hep makberdedir

Müslümanlık, bilmem amma,

    gâliba göklerdedir.

Ya açar Nazm-ı celilin

    bakarız yaprağına

Yahut üfler geçeriz

    bir ölünün toprağına,

İnmemiştir hele Kur’an

    bunu hakkıyla bilin

Ne mezarlıkta okunmak

    ne de fal bakmak için

dediği meşhur mısralarında, toplumda yüzlerce yıldır dal budak salmış anlayışları kabullenmediğini açıkça ifade diyor. Bu yönüyle bir aydın tavrı takınıyor. (Bu konu hakkında bazı değerlendirmeler için bkz: İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, s. 363 vd.)

Öte yandan Mısır’da Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Ferid Vecdi gibi Batı düşüncesini yakından tanıyan ve yeni bir ıslah hareketi başlatan simalardan da ciddi anlamda etkilenmiştir Âkif. Bu hareketin temel karakteri, geleneği bir kenara bırakıp, aklın ışığında ana kaynağa, Kur’an’a dönmektir. İslam dünyasının maruz kaldığı bütün bu felaketlerin altında, Müslümanların, yüzlerce yıl önce ortaya atılmış fikirlerin peşinden hâlâ sürüklenmeleri yatmaktadır. Bugün, Kur’an’dan hareketle, akıl ve bilimle barışık yeni bir tasavvur oluşturulmalıdır. Mehmed Âkif’in özetlediği gibi: “Doğrudan doğruya ilhamı Kur’an’dan alıp, asrın idrakine söyletilmelidir, İslam.”

Bu yeni söylemin arka planında, Batı’da gelişen aydınlanma düşüncesinin bir yönüyle var olduğu, çağdaş düşünce akımlarının bu zihinlere farkında olmasalar da sirayet ettiği kabullenilmelidir. Dolayısıyla benzer düşüncelere sahip olan merhum Mehmed Âkif’in klasik anlamda bir âlim olmadığı ortadadır. Belki bu yönüyle aydın’a daha yakındır. Tabii o dönemdekiler gibi kendi değerlerine tepeden bakan biri değil, içeriden bakışın sahibi bir aydın! Kavram kargaşasını göze alarak söylersek; Müslüman bir aydın!

Neyse bırakalım şimdi bunca lâf-ı güzafı. O, ister âlim olsun ister aydın; onun hakkında söylenebilecek en güzel söz, onun kendine özgü biri olduğudur: “Kur’an Şâiri kolay kolay eskimeyen bir sesin ve sözün sahibiydi. İnanan ve inandığı gibi yaşayan biriydi! Dürüst muhaliflerinin bile ahlâkına ve bilgisine toz kondurmadıkları/ konduramadıkları bir dâvâ adamıydı. İddiası vardı, dâvâsı vardı, uğrunda her türlü eziyet ve cefâya katlandığı sevdâsı vardı.” (D. Cündioğlu, Bir Kur’an Şâiri, s.10) 

“Kur’an Şâiri kolay kolay eskimeyen bir sesin ve sözün sahibiydi. İnanan ve inandığı gibi yaşayan biriydi! Dürüst muhaliflerinin bile ahlâkına ve bilgisine toz kondurmadıkları/ konduramadıkları bir dâvâ adamıydı. İddiası vardı, dâvâsı vardı, uğrunda her türlü eziyet ve cefâya katlandığı sevdâsı vardı.”
(D. Cündioğlu, Bir Kur’an Şâiri, s.10)


Mesut Kaya'ın Yazısı.