Bu uzun yolculuğun daha en başından başlayarak, en kritik unsuru ise, ‘samimiyet’tir. İster yola yeni koyulmuş olsun, ister yolun sonuna ulaşmış bulunsun; bir yazarın en büyük sermayesi samimiyettir.

Yazı hayatının olgunluk dönemine ulaşmış isimlerin, nice yazar adayının imrendiği bir hal üzere olduğunu görürüz. Kendileri yazılarını okuyup değerlendirmeye vakit ayıracak bir muhatap bulmakta zorlanırken, onların her yeni yazısı okuyucusu, her yeni kitabı alıcısı hazır halde beklemektedir âdeta. Kitap fuarlarında, yayınevlerinde, kitapçılarda onun ismini zikrederek, filan yazarın kitabı var mı, yeni kitabı çıktı mı, ne zaman çıkacak diye soranlar vardır nitekim.

Onu okumaya dünden razı ve talip bir okuyucu kitlesine ulaşmak, bir yazarın başına gelecek en güzel şeylerdendir; ama her güzel şey gibi, onun da bir ‘sınanma’ boyutu vardır.

Nasıl Hazret-i Süleyman yeryüzünde başka hiç kimseye nasip olmamış ve olmayacak bir servet kendisine verildiğinde “Bu Rabbimin fazlındandır. Rabbim bununla beni imtihan ediyor; bakalım şükür mü edeceğim, küfran-ı nimete mi düşeceğim?” demişse, yazdıklarını okunmaya değer bulan bir okuyucu kitlesi kendisine nasip olmuş bir yazar da sınanma halindedir.

Hem de, çift yönlü bir sınanma. Dikey düzlemde yaşadığı, bunu Allah’tan mı, kendisinden mi bileceği; bu durumdan şükür mü, yoksa şişkin bir benlik mi hâsıl edeceği imtihanıdır. Yatay düzlemde ise şöyle bir imtihanla yüzyüzedir: Artık bir şöhrete ulaşmışlığın, yazdıklarını okumaya dünden hazır ve razı bir okuyucu kitlesine sahip olmanın rehavetine mi kapılacaktır; yoksa bu günlere titiz bir araştırma ve yazma çabası sonucunda gelindiğini unutmadan, fikir ve yazı işçiliğini aynı titizlikle sürdürecek midir?

Her yazar, yazıları olgunluk dönemine ulaştığında, bu imtihanı yaşar. Ama kimisi geçer, kimisi sınıfta kalır. Yazar olarak gerçekten ‘kalıcı’ olanlar ise, işte bu sınanmadan geçenlerdir.

Bu uzun yolculuğun daha en başından başlayarak, en kritik unsuru ise, ‘samimiyet’tir. İster yola yeni koyulmuş olsun, ister yolun sonuna ulaşmış bulunsun; bir yazarın en büyük sermayesi samimiyettir. Yazıda dikkate değer bir sır vardır. Mevlânâ’ya atıfla anılan bir sözde dile geldiği üzere, söz nereden çıkarsa, oradan muhataba ulaşır. Kalbden çıkmamış bir sözün kalblerde kalıcı bir iz bırakması imkânsızdır. Bu bakımdan, yazar en baştan itibaren, sürekli ‘–mış gibi yapma’ halet-i ruhiyesinden, yapmacıklıktan, yaşamadığı yahut hissetmediği şeyi yaşamış veya hissetmiş gibi yazmaktan uzak durmalıdır. Okuyucu yaşanmadan yazılanı hisseder; hissedilmeden yazılanı farkeder. Cümleler düzgün, ifadeler alımlı olsa bile, ruhunda hissettiği kekremsi bir tat, yazarın ‘samimiyet’inde bir sorun olduğunu ona hissettirir.

Yazmaya başlayan herkesin öncelikli derdi, yazdıklarını okuyup değerlendirecek bir muhatap bulmaktır. Bu ilk muhatapların gözünde ‘yetenek’ ve ‘samimiyet’ testinden geçebilmişse, yazılarının yayınlanacağı mecralar da bulmuş demektir. Bu aşamadan sonra, bu mecraların okuyucuları tarafından fark edilir hale gelme sınavı başlar. Maksat sadece fark edilmekse, bunun kolayı vardır gerçi. ‘İnadına aykırı’ olarak yahut sağa-sola lâf sokuşturarak, rahatlıkla okunur ve konuşulur hale gelebilirsiniz. Ama bir düşünceyi ve duyguyu paylaşmayı değil, ‘farkedilmeyi’ hedeflemek başlıbaşına bir samimiyet problemidir. Aslolan, ‘başkalarına karşı’ olarak değil, ‘kendisi’ olarak tanınmaktır. Bu, daha zor ve uzun bir yolda yürümeyi gerektirir; ama bu uzun yolda bugün bir, yarın iki derken on sene, onbeş sene sonra, ‘aykırı şeyler söylemesi’ni, ‘ona-buna lâf söylemesi’ni asla beklemeden, sırf kendisi olarak düşünüp yazdıkları dolayısıyla onu okunmaya değer hatırı sayılır bir okuyucu kitlesi oluşur etrafında.

Ve bu süreçte, okuyucu hiçbir zaman ‘pasif’ değildir. Samimiyeti ödüllendirdiği gibi, samimiyetsizliği cezalandırır. Okuyucunun önce ilgisine, sonra sevgisine mazhar olmak uzun zaman aldığı gibi, zaman içinde düşülebilecek ‘ben oldum’ türünden bir ruh hali yahut ‘ne yazsam okuyorlar zaten’ türünden bir gevşeklik, nice yılların kazanımını daha kısa bir zamanda kaybettirebilir.

Neticede, uzun, zor, ama bir o kadar değerli bir yolculuktan söz ediyoruz ‘yazarın serüveni’nden söz ederken. İnişleri-çıkışları, düzlükleri ve virajları olan; yer yer uçurumların kenarından geçilen bir yol... Bu yolculuğun her aşamasında yazar ‘kendisi’ olarak varolabiliyorsa, samimiyetinden taviz vermiyorsa, ya yaşadığını yahut en azından hissettiğini yazma hassasiyetini koruyorsa, kazasız-belasız nihayete ulaşıyor.

O yüzden, yazmayı dert edinen herkesin, ister yolun başında, ister zirvede olsun, en büyük sermaye üzerinde sürekli titizlenmesi gerekiyor. Zira samimiyet gidince, kelimeler yerli yerinde kalsa bile, yazının ruhu gidiyor...


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.