İstanbul`daki büyük selle beraber ortaya çıkan yağmacılara yönelik bütün o eleştiri furyası; kravatlı, kameralı, postallı yağmacıların, kendi yağmalarını gizlemek için kullandıkları bir taktikten ibaret aslında. İşe de yarıyor. Çünkü şekilci bir toplumuz: Sele kapılmış bir insanla, sele kapılmış bir eşya arasında tercihini; eşya kapmaktan yana kullananlarla; ölmüş insanların üzerinden siyasi/ticari/idari/ kazanç sağlamaya çalışanlar arasında hiçbir fark olmadığını idrak edemiyoruz hala.

Unutmuştuk; hatırladık. Yeniden yaşarak: İstanbul`u sel bastı. 9 Eylül utanç günümüz oldu: Şehircilik adına, siyaset adına, insanlık adına... Başka konular da vardır belki. Bilmiyorum. Ben bu kadarına utanabildim.

Biz İstanbul`da oturanlar için; başka şehirlerde olanlar olağandır. Onları sel basabilir, deprem yıkabilir, kuraklık kurutabilir, mayın patlatabilir. Ne de olsa taşra. Ankara bile olsa bize göre kasaba. Kibirli bir düşünce. Ama var. Gerçek. Bu yüzden, sel önce Trakya`yı vurduğunda: “Olabilir.” dedik. “Bizim gibi şehirleşemedi oralar daha .” Yağışların ikinci günü; sıra bize geldiğindeyse yaşananlara inanamadık:

31 kişi öldü. Bunlar arasında; dere kenarındaki -nedense ruhsatlı- tır garajında araçlarının içinde uyuyan tır şoförleri de vardı, ıslanmamak için servisten zamanında inmeyen konfeksiyon işçisi kadınlar da. Gariptir; İstanbul`un endüstri merkezinin göbeğinde, otoban kenarında koyun otlatan ve sel sabahından bir akşam önce en son benim tarafımdan yadırganan çoban da.  Manevi hasar kalemlerimizin ilki budur. İnsan kaybettik.

İkincisi yağmadır. İkiye ayrılır: 1- Siyasi. 2- Bildiğin düz yağma işte. Selin ardından, hemen herkes maddi-manevi kayıpları istismar ederek; gelir sağlamaya çalıştı. Medya ve muhalefet partileri; bütün suçu daha ilçe olalı bir yılı dolmayan Ak Parti`li Başakşehir belediyesinin üzerine yıkarak siyasi rant kazanmaya çalıştı. Tam da bu sırada birileri, tır garajı dolayısıyla en ağır maddi ve en fazla sayıda insan kayıplarının yaşandığı İkitelli bölgesinin, yıllardır CHP`li olan Küçükçekmece ilçesinden koparılarak, Başakşehir`e bağlandığını ve o dere yatağına verilen ruhsatın, tam da buralara neden ruhsat verdiniz diye en yüksek sesle bağıranlar tarafından bizzat verildiğini hatırladı da ölü soyuculuğun soyut bir formu, gözlerimizin önünde somutlaşıvermiş oldu.

Son zamanların gözde sloganı Güçlü ordu; güçlü Türkiyenin, yazıldığı gibi okunmayan bir cümle olduğunu öğrendik. Yukarıdaki gibi yazılır, “Güçlü ordu; olan halka oldu nasılsa. Boşver, üstüne gitmeyiver.” şeklinde okunurmuş meğer. Bir iki cılız ses hariç dillendirilmedi: Sizce de mantıksız değil miydi zaten; bütün gece yağmakta olan bir yağmur, nasıl olur da bir dereye onlarca tırı fındık kabuğu gibi bir kenara atacak gücü “bir anda” verebilirdi? Su miktarındaki artış o kadar aniydi ki; ne uyuyanlar selin uğultusundan uyanacak vakit bulabilmişlerdi ne de uyanık olanlar birden üzerlerine gelen suyun önünden kaçabilecek fırsat...
İşin iç yüzüyse şöyledi: İkitelli`nin hemen yanındaki sıradışı genişlikte bir askeri arazide, askerler tarafından yapılan, derme çatma ama kocaman su bendinin yıkılması üzerine yaşandı bunca can kaybı. Kimse üzerine gitmedi. O askeri arazinin hemen kenarında, olan biteni çıplak gözle bile izleyebilecek dev medya holdinginin bundan çıkarı yoktu çünkü. Sivil bir kurum olan Büyükşehir Belediyesi`nin saygınlığını yağmalamak daha kolaydı.

Bildiğimiz düz yağmaya gelince...

Bir yanda; selde ölenlerin cenazeleri ceset torbalarına konulurken, öte yanda da; bölgedeki fabrika ve mağazalardan yollara sürüklenen; ambalajlı ev eşyaları, porselen, kumaş, deterjan hatta tüfek(!) gibi malzemeleri torbalarına, zulalarına, arabalarına yüklemeye çalışanlar, insanlığın ortak vicdanı nezdinde zaten yeterince büyük bir suç işlemiyorlarmış gibi güle oynaya ganimetlerini aşırırken ve içlerinden kendilerine mikrofon uzatılan her bir yağmacı “Garibanlık işte. Biz almayalım da çöpe mi gitsin?...” şeklinde arabesk pragmatizmin en ucube örneklerini sergilerken, bir de yağmaya katılmak için komşu illerden minibüs kiralayanların olduğunu öğrendik. Pes diyecektik; beceremedik: Ağzımız açık kalmıştı...

Hakikaten insana yakışmayacak bir davranıştı. Hadi içimde kalmasın: Hayvanlara  bile yakışmayacak bir haldi.... Bilir misiniz: Doğada böyle büyük sel baskınları olduğunda, bütün arazi sular altında kalıp, sade bir tepecik etobur, otobur bütün hayvanların tek sığınağı olduğunda; hiçbir hayvan birbirine saldırmaz. Bir ceylanla bir leoparı ürkek de olsa barış içinde görebileceğiniz belki de tek sahnedir bu. Acı:dır ki: İnsanın insana yaptığını hayvan yapmıyor...

Yağmacıların kınanmaları gerekiyordu. Herkes kınadı: Yoldan geçen vatandaş da, medya da, din adamları da, sivil toplum önderleri de.

İlginçtir: Görünüşe göre daha önce hiç bu denli yoğun bir toplumsal özeleştiri yapmamıştık. Yoksa; artık toplumsal olarak olgunlaşıyor muyduk ne?!.. Nihayet o beklenen büyük kemalat başlamış mıydı Türk cemiyet hayatında da... Kesinlikle hayır!

Yağmacılara yönelik bütün o eleştiri furyası aslında kravatlı, kameralı, postallı yağmacıların, kendi yağmalarını gizlemek için kullandıkları bir taktikti sadece. İşe de yaradı. Çünkü şekilci bir toplumuz. Sele kapılmış bir insanla, sele kapılmış bir eşya arasında tercihini; eşya kapmaktan yana kullananlarla; ölmüş insanların üzerinden siyasi/ticari/idari/ kazanç sağlamaya çalışanlar arasında hiçbir fark olmadığını idrak edemiyoruz hala. Çünkü dereye elini uzatıp, yüzen plazma tv`yi kapan adam görüntüsü somut ve çirkinken, basın toplantısı yapan kravatlı adamın görüntüsü gayet şık ve nezih. Her ne kadar; her ikisi de afeti fırsata çevirmeye çalışan ölü soyucularından başka bir şey olmasalar da...

Aaa... Cambaza bak!


Sinan Özgenç'ın Yazısı.