Nedim Kaya

Kişi başına GSMH’nin 42,523 dolar olduğu Amerika’da, ürün arzını da dikkate alırsak ortalama bir vatandaşın ortaçağdaki ortalama bir ülkenin kralı kadar refah imkanına sahip olduğunu tahmin ediyorum. Bu imkanları kaybetme korkusu uykularını kaçırıyor.

Değerli Yavrum; Son mektuptan bu yana nasılsın? Sana bir süreliğine New York’ta olacağımı söylemiştim. Ben Bizans’ın ihtişamlı zamanında Costantinapolis’in, Roma İmparatorluğu zamanında Roma’nın, Osmanlı İmparatorluğu zamanında da İstanbul’un hangi sosyal ve psikolojik ortamlarda olduğunu merak ederim. O yüzden New York’taki sosyal ve psikolojik şartları tahlil etmeye özen gösteriyorum. Sana teşhislerimi aktarmak istiyorum. Bilim adamları tarafından bilimsel şekilde kurgulanmış daha sağlıklı verilere ulaşırsan beni affet ama sende biliyorsun ki ben sadece mektup yazıyorum; yanlış teşhisler benim eksikliğimden kaynaklanıyor olabilir. Zaten maksadım sana dünyanın sırlarını öğretmek değil, kendi küçük dünyamın kapılarını sana açmaktır.

Benim gördüğüm Amerika vatandaşın üç ve devletin bir korkusu sayesinde bugünkü başarısına kavuştu ve belki aynı korkular onları ya daha ilerilere ya da felakete götürecek. Vatandaşın korkuları eldeki sonsuz ekonomik imkanları kaybetme korkusu, sağlığını kaybetme korkusu ve keyfinin kaçması bir başka deyişle güvenlik korkusu. Devletin korkusu ise vatandaşın bir gün marketlere hücum etmekten vazgeçmesi ihtimali.

Kişi başına GSMH’nin 42,523 dolar olduğu Amerika’da, ürün arzını da dikkate alırsak ortalama bir vatandaşın ortaçağdaki ortalama bir ülkenin kralı kadar refah imkanına sahip olduğunu tahmin ediyorum. Bu imkanları kaybetme korkusu uykularını kaçırıyor. Bu durum sigorta sektörünün inanılmaz derecede büyümesini sağlıyor. Riske paralel prim ödemek şartı ile her şey sigortalanabiliyor. Burada konuştuğum bir öğretmen dönüşte işteki pozisyonları zayıflar ihtimaline karşı kanuni tatil hakkını kullanmak istemeyenlerin ciddi bir oran oluşturduğunu söyledi ki tamamen katılıyorum.

Bu yüksek mali imkanları nefsin emrine verince doğal olarak vücudun isyanı başlıyor. Hele hele genetiği değiştirilmiş ürünlerin pazarın vazgeçilmezi olduğu bir ortamda kanser başta olmak üzere her türlü ciddi sağlık probleminin başını alıp yürüdüğünü görmek mümkün. Burada normal olarak bekledikçe büzüşen marul, çürüyen elma mı almak istiyorsun? Organik markete gidip iki kat ödemeyi göze alacaksın. Aksi takdirde hepsi sanki fabrikadan çıkmış gibi düzgün, gürbüz ve market şartlarında çabucak bozulmayan buna karşın tatsız, tuzsuz ve sağlıksız ürünleri ucuza almalısın. Bunları sana mı söylüyorum? Senin zamanında herhalde GM (Genetically modified) diye meşhur olan genetik ürünlerin pazarda tabii ürünlere tezgah altında bile yer bırakmayacağına eminim. Vatandaş hayatı boyunca kaçınılmaz şekilde bu ürünleri ve Junk Food dedikleri her dakika “beni ye” diyen kalori değeri yüksek, vitamin değeri çok düşük yiyecekleri kullanınca kendini sağlık sektörünün kucağında buluveriyor, hem de esir statüsünde. Dünyada her halde sağlık sektörü kadar korkunç oyunların oynandığı bir saha daha yoktur. Bu konuyu genişçe sana yazmayı düşünüyorum ama kuralı unutma; nerede büyük para orada büyük oyun. Meseleye dönersek şimdi ilaç rakamlarının yasak olmadığı aksine en büyük oranı oluşturduğu Amerikan televizyonlarında (birçok ülkede kitle iletişim araçlarında ilaç reklamının yasak olduğunu belirteyim) ekrana yaşı altmışın üzerinde amcaların ve ninelerin çıkıp, tıpkı ilkokul çocuklarının öğretmenlerine atfen dedikleri gibi “doktorum dedi ki” diye başlayan sade ama duygu sömürüsü dolu cümlelerle vatandaşı ilaçlara koşmaya davet ettikleri reklamlar her tarafı sarmış durumda. Bu durum hudutsuz bir ilaç sektörünün oluşmasına sebep olmuş.

Güvenlik korkusu zaten vardı; bir de buna 11 eylül olayları eklenince şimdi halk güvenliklerini temin etmeleri şartıyla politikacılara her türlü yetkiyi ve parayı vermeye razı olmuş durumda. Bu da silah sektörünün önlenemez yükselişini doğuruyor.

Amerikalıların sadece kendini düşünen, kibirli, diğer milletleri küçümseyen insanlar olduğunu söylerler. Buradaki müşahedelerimle bunlardan sadece ilkine katılabiliyorum. Bu insanlar yukarıda saydığım üç konuda rahatları kaçmasın istiyor ve bunun için her türlü maddi bedeli ödemeye ve bu korkularına çare olacak, en yüksek vaatleri veren politikacılara oy vermeye hazırlar. Dünyanın kalan hissesini ne düşünecek zamanları ne de o kadar bilgileri var. Kafasız olduklarından değil, belki büyük devlet psikolojisi “biz öğreneceğimize onlar bizi öğrensin” noktasındalar, belki de işin alasını yapan özel enstitülerini yeterli buluyorlar.

Devletin korkusuna gelince bu kocaman çarkı döndüren, vatandaşa kişi başına yıllık kırk küsur bin doları kazandıran o devasa ekonomik çarkın durması veya yavaşlaması ihtimali politikacıları istim üstünde tutuyor. Bu durumu bir defa yaşamışlar. “Great Depression” dedikleri 1929 krizi böyle bir tehlikenin teoriden ibaret olmadığını ispat etmiş. Başka bir vesile ile okuduğum bir kitapta o zamanlar daha petrol gelirlerine sahip olmayan ve tek gelir kaynağı Hac turizmi olan Suudi Arabistan hazinesinin bile dünyada ortaya çıkan döviz krizi sebebiyle gelemeyen hacılar yüzünden o yıllarda tamtakır kaldığını öğrenmiştim. O yüzden gelişmiş ekonomilerde devletin vatandaştan istediği en büyük iyilik kazandıkları parayı son kuruşuna kadar harcamaktır. Bunun olmadığı ortamda kriz vardır. Burada televizyonlar, gazeteler, sokak reklamları hep insanları harcamaya teşvik etme üzerine kurulu.

Her yıl Kasım ayının dördüncü perşembesinden Ocak ayının başına kadar olan sezona alışveriş sezonu (shopping season) deniyor. Bu tarihlerde tanıdıklarınıza, akrabalarınıza, ev halkına, iş arkadaşlarınıza hediye almamanız dünyada işleyebileceğiniz en büyük kabahat. Televizyonlar bir babanın evladına istediği hediyeyi almak için katlandığı göz yaşartıcı duygusal Christmas filmleri ile dolu. Sonra da Anneler Günü, Babalar günü, Sevgililer Günü gibi aklınıza gelebilecek her anlamlı olayın günü var ve bunlar en az bir kaç kişiye hediye almanızı gerektiren günler. Ekonomiyi de bunlar çeviriyor.

Azerbaycan’da bir konferans esnasında Türkiye’den gelen bir doçent arkadaşa Azerbaycan gençlerinin sormayı en çok sevdikleri soruyu sormalarına şahit olmuştum. “Neden batı inkişaf ederken bizler geri kalıyoruz?” Hocamızın isabetli cevabı içimi karartmıştı: “Şimdi 200 yıl geriye gitsek ve bugünkü aklımız olsa korkarım yine geri kalma ihtimalimiz var. Çünkü Batı sonsuz tüketim, acımasız rekabet, komşularını aç bıraktıkça tok kalma politikasını keşfetti. Üçü de bize yaramaz; eşit şans verseler iyi bir Müslüman üçüne de tenezzül etmez. Belki de bu bizim geri kalma sebebimizdir.”

Allah bizi ilerleme ile insaf arasında seçim yapmak zorunda bırakmasın. Senin zamanında hala masum bir anlamı kalmışsa gözlerinden öperim.


GENÇ'ın Yazısı.