Muhterem Hocamız Osman Nûri Topbaş Beyefedi’nin 13.12.2010 tarihinde GENÇ Dergisi’nde yapmış olduğu sohbeti iki bölüm hâlinde istifadelerinize sunuyoruz.

mür, sınırlı bir imtihan müddetidir. Bir sefere mahsus verilen ve tekrarı olmayan bir mühletten ibârettir. Zira dünyaya tekrar gelme imkânı olsaydı, ilâhî imtihanın sırrı ve mantığı ortadan kalkardı.

Ömür de, ölüm de bir sefere mahsus olduğundan, hayat nîmetini Hakk’ın rızâsına göre değerlendirmek ve sâlih ameller  işleyip ölümü hazırlıklı olarak karşılamak îcâb eder. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O (Allah) ki, hanginizin daha güzel davranacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır...” (el-Mülk, 2)

ÖMRÜN BAHARI; GENÇLİK

Bununla birlikte, kundak ile tabut arasında, inişli çıkışlı, değişen şartlar ve sürprizlerle dolu bir yolculuk olan hayatın âdeta bahar  mevsimi de “gençlik”tir. Çünkü gençlik; çalışkanlık, zindelik, cesaret, metânet, heyecan ve kuvvet mevsimidir. Bu sebeple,  hayatın  en bereketli ve en mühim çağıdır.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

Kime uzun ömür verirsek Biz onun yaratılışını (gelişmesini, gücünü, kuvvetini) tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” (Yâsîn, 68) buyuruyor.

Üstelik herkesin uzun yaşayacağına dair bir garantisi de bulunmuyor. Ömür kandili gençlik çağında, hattâ daha erken de sönebilir.  Nitekim bir kabristanı dolaşan herkes, orada kendi yaşında veya kendisinden de genç yaşta vefât etmiş birçok kimsenin kabrine  rastlayabilir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Gençlik çağı, yemyeşil, ter ü tâze bir bağa benzer. Bol bol meyveler verir. İhtiyarlıkta ise beden, çorak toprak gibi gevşer, dökülür.  Çorak bir tarladan da hiçbir vakit hoş bir bitki yetişmez.”

Cenâb-ı Hak, insanın gençlik devresine ayrı bir güç-kuvvet lûtfediyor. O devre geçtikten sonra ise âdeta bir sonbahar mevsimi başlıyor. Vücut şâkulünden kayıyor. Zihnî kapasitede azalma, kâbiliyetlerde ârızalar başgösteriyor.

Cenâb-ı Hak yukarıdaki âyet-i kerîmede bu hakîkatleri hatırlattıktan sonra; “Hiç düşünmüyorlar mı?” diye soruyor. Yani hayatımıza  dâir ciddî bir tefekkür iklîmine girmemizi arzu ediyor.

Hayat nîmetini iyi değerlendirip ebedî yolculuğa vicdan huzuruyla çıkabilmek içinse, evvelâ gerçek huzur ve saâdetin, ilâhî hakîkatler  ışığında bulunabileceğini kavramak gerekir. Yanlış adreslerde ve bâtıl felsefelerin çıkmaz sokaklarında vakit kaybetmemek îcâb eder.  Zira sınırlı ve ne zaman biteceği meçhul olan fânî ömürde, her hakîkati deneme-yanılmayla, düşüptekrar kalkmayla bulmamıza  imkân yoktur. Üstelik ecel, kişiyi yanlışlara düşmüş bir hâlde iken de yakalayabilir. Bu ise bir daha geri dönüşü ve  kurtuluşu olmayan sonsuz bir felâket demektir.

ASRIN GETİRDİĞİ PROBLEMLER

İnsan dâimâ huzur ve saâdeti arar. Fakat Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle; “Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.”

Beşeriyet de, kendi nâkıs aklına aşırı güvenerek iki cihan saâdetinin yegâne rehberi olan ilâhî hakikatlerden uzaklaştıkça, tıpkı iki  eliyle yaptığı âciz putlara tapınmak gibi bir sapıklıkla, kendi ürettiği sistemlerin esiri olmuştur.

Bir ara komünizm ve sosyalizmin zulmü, ruhları kasıp kavuruyordu. Komünizm, rejimini tam 20 milyon kelle üzerine kurdu. Ama 240  tümen askeriyle Rusya’da bir günde çöktü gitti.

Tahrif edilmiş ve aslından kopmuş hristiyanlık ve mutaassıp kiliseye duydukları aksülâmeli ifrata götürerek, ilerleme ve terakkîyi  umûmî mânâda dinden kaçışta gören Batı, mâneviyat ve ahlâktan uzak, materyalist, pozitivist ve pragmatist bir zihniyete bürünerek,  makineyi baş döndürücü bir hızla terakkî ettirdi. Kurduğu dev makine sanayiinin hammadde ihtiyacını karşılamak için de dünya  çapında bir sömürü düzeni meydana getirdi. Ten plânına dâir ve nefsin rahatını temin yönünde büyük kolaylıklar keşfedildi. Fakat  ruhlar ihmâl edildi. Bu sebeple teknik gelişmeler, insanlığa huzur ve saâdet getirecek bir medeniyet inşâ edemedi. Teknik ve makine  medeniyetine duyulan şuursuz ihtiras, mâneviyattan uzaklaşan insanın ruh dünyasını daha da alt üst etti.  

Bugün insanlık, ekseriyetle sekülerizmin pençesinde bir hayat yaşıyor. Dünyevîleşme ve maddiyatçılıkla birleşen globalleşme, âdeta  büyük bir fırtınaya dönüşerek bütün dünyayı istilâ etmiş bulunuyor.

Artık sınırlar, mesâfeler de eskisi gibi değil, herkes birbirine çok yakın. Ağrı Dağı’nın eteğindeki bir kulübede yaşayanla, dünyanın en  hareketli şehrinde yaşayan, neredeyse aynı duruma geldi. Televizyon ve internet dediğimiz vâsıtaların girmediği yer kalmadı. Ne yazık  ki, bu vâsıtalarla yapılan yayınların çoğu da, insanın iç yapısını çürütüyor, eritiyor, boşaltıyor, yerine kendi dünya görüşünü ve  kıymet hükümlerini dolduruyor. Global kültür ve moda akımlar, sürekli nefsânî arzuları iştahlandırıp tüketimi teşvik ediyor, insanı  oburlaştırıyor. Neticede insanı âdeta uzaktan kumandalı bir robot hâline getirerek yönlendiriyor, şekillendiriyor, kalıptan kalıba koyuyor.

KİM DAHA MES’UT?

Rahmetli Nurettin Topçu (v. 1975) hocamızdı.Bize bir gün bir soru sordu:

“‒Çocuklar!” dedi; “Dünkü insan mı daha mes’uttu, bugünkü insan mı?”

Biz de:

“‒Hocam tabiî ki bugünkü insan daha mes’ut.” dedik.

“‒Niye oğlum?” deyince biz de:

“‒Bugünün insanı eskilerin üç aylık yolunu üç saatte gidiyor. Eskiden bir hanım, çamaşırı teknede yıkar, bu iş yarım gününü alırdı.  Şimdi ise çamaşır makinesinde kolayca yıkıyor…” şeklinde birtakım gerekçeler bildirdik. Hoca ise itiraz etti:

“‒Makinenin terakkîsi, insanın rûhunu allak bullak etti. Amerika 1944’de iki atom bombası patlattı, iki şehri kömür etti çıktı. Toprağı  kömür etmeye hakkı yoktu kimsenin…” dedi. “Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve nebâtâtı katletmeye hiçkimsenin hakkı yoktu… Velhâsıl  eski insan bu kadar zâlim değildi. Çektiği meşakkatlere rağmen bugünün insanından çok daha mes’uttu. Çünkü insan rûhunu felce  uğratan materyalizmin demir pençesi yoktu o zamanlar…” şeklinde uzun uzun izahlarda bulundu.

Günümüzde de makinenin terakkîsi ile meydana gelen icatlar medeniyet zannedilmekte, ruhsuz bir demir parçası olan makineden  medet umulmaktadır. Maddiyâtın gücüne dayanan ham nefisler, kendi huzur ve saâdetini, her şeyin üstünde tutacak bir egoizme,  bencillik ve enâniyete sürüklenmektedir. Böylece âdeta şu âyet-i kerîmelerin târif ettiği bedbahtlığa misal teşkil etmektedir:

“(Vay hâline) o (kimsenin) ki, mal toplamış ve onu sayıp durmuştur. (O), malının kendisini ebedî kılacağını zanneder.” (el-Hümeze, 2-3)

Bu hâl, insanın en vahim zaaflarından biridir. Zira îmânın bahşettiği sağlam bir irâdeye sahip olmadığı için, nefsânî ihtiraslarına yenik düşen bir kimsenin elindeki mal-mülk, ona hizmet etmek yerine, onu kendisine hizmetkâr eder. İnsan, kendisinin emrine  verilmiş olan dünyanın, farkına varmadan bir kölesi hâline geliverir. Sahibi olduğunu zannettiği maddenin şuursuz bir kölesi olmak  ise, insanın rûhunu sinsice zehirler.

Öte yandan mânevî ve ahlâkî değerlerden uzak bir ruhla gerçekleştirilen teknik ilerlemeler ve makinenin terakkîsi, kapitalist sistemin önünü açtı. Aslında kapitalizm ilk önce; “Rekâbet olacak, herkes daha kalitelisini üretecek, daha ucuza satacak.” gibi düşüncelerle doğdu. Böylece istikbâlde yapacağı zulmü perdeledi. Zira kapitalist sistem de, sermâyeyi elinde tutan bir grup insanın nefsânî ihtiraslarını palazlandırırken, omuzlarına basarak yükseldikleri büyük kitlelerin sömürülüp ezilmesine sebep oldu.  

Eskiden maddî bakımdan vasat, yani orta hâlli insanlar çoktu. Bunlar giderek azalmaya başladı; çok varlıklı zümreler veya çok yoksul  kitleler ortaya çıktı. Zengin ve  fakir arasındaki mesâfe açıldıkça açıldı, âdeta bir uçuruma döndü.

Gençlik, şahsiyetin ana vasıf ve istikâmet itibârıyla şekillendiği bir mevsimdir. Bu mevsimde hak ve hayır istikâmetinden küçücük bir  sapma bile, ileriki yaşlarda dönülmesi güç dalâlet vâdilerine sürüklenmeye sebep olur.

Mâneviyattan uzak güçlülerin daha çok kazanma ihtirâsı arttıkça, insaf ve merhamet duyguları narkoze olmaya başladı. Zâlim  insanlar tröst ve karteller oluşturarak maddî bakımdan çok daha güçlü, rûhen ise çok daha sefil bir hâle geldiler. Toplumdan yükselen; “acıyın bize” feryatlarını, muzdariplerin iniltisini duymaz oldular. Hani çocukların bir oyunu vardır; “altta kalanın canı çıksın”,  derler. İşte kapitalizmin ağına düşmüş toplumlardaki manzara da aşağıyukarı böyledir.

Afrika’da kapitalizmin çirkin yüzünü ve acımasızlığını en bâriz bir şekilde görmekteyiz. Büyük güçler, girdikleri memleketin bütün  servetini sömürüyor, halkını birbirine düşürüyor, fakat oraya bir su kuyusu bile açmıyor. Makine terakkîsinin gücünü, hammaddesini oradan alıyor, fakat geriye hiçbir şey bırakmıyor. Halk, sefâlet içinde yaşıyor, sürekli birbiri ile çatışıyor. Ruhlar boşaltılıp güç  odaklarının telkinleriyle dolduruluyor.

İşte kapitalizmin getirdiği bu gibi zulüm manzaraları, insanlığın rûhunu felce uğrattı. Şüphesiz ki bu zulüm çarkının mevcûdiyeti, günümüze mahsus da değildir. Tarihte de vardı, fakat o zamanın teknik imkânları sebebiyle daha basit, daha mevziî ve daha sınırlı idi.

Meselâ Timur, dört bin kilometrelik yoldan niçin Ankara’ya kadar geldi? Tamamen nefsânî bir güç gösterisi için... “Dünyada benden  güçlü kim var? En güçlü benim!” şeklinde nefsânî bir iddiâyı ispat gayretinden dolayı… Çünkü ihtiraslarına yenilen insan, dünyaya  geliş hikmetini unutuyor ve “ben” diyerek kendi nefsini tanrılaştırmaya başlıyor, nefsinin putperesti oluyor.

Nitekim zâlim Timur, ardında kan, irin ve gözyaşı bırakarak geçtiği her yerde zâhiren ne kadar kudretli(!) olduğunu göstermiş olsa da son nefesini büyük bir zulüm ve hüzün gölgesinin altında verdi. Zulmüyle meşhur olan Haccâc-ı Zâlim de büyük saâdet terennümleri ile ölmedi. Bugün insanlık onlara mâtem tutmuyor. Tarih sayfaları da onları takdir ve tebessümle yâd etmiyor.

Kapitalizmin kıskacındaki toplumların durumu da bir bakıma bundan ibârettir. Gücü elinde tutan hasta ruhların acımasızlığı, büyük  kitleleri sefâlete mahkûm etmektedir.

TOPLUMDA HUZUR VE SAÂDET

Bugün bilinmelidir ki insanlığın aradığı huzur, ne makineleşmede, ne de maddî terakkîdedir. Zira bunların ne insafı vardır, ne vefâsı,  ne sadâkati, ne muhabbeti, ne de vicdânı...

Asrımız toplumlarının sıkıntısı; her sahada makineleşip zâhiren gelişirken rûhen yalnızlaşıp zayıflamaktan, mârifet, hikmet, merhamet, insaf, iz’an, vicdan ve gerçek aşka vedâ etmekten kaynaklanmaktadır. Bilhassa bugünkü Batı âlemi, maddî ihtiyaçları  tahrik neticesinde ulaştığı refâha rağmen, rûhî buhranlara sürüklenmekten kurtulamamıştır. Fuhuş, alkol ve uyuşturucu iptilâsı ile  intihar nisbetinin insanlık tarihinde görülmemiş bir seviyeye ulaşması, bu rûhî sefâletin apaçık bir göstergesidir. Her türlü maddî  doymuşluğa rağmen, rûhî açlık, ahlâkî ve insânî değerleri zaafa uğratmakta ve korkunç bir hâl alan silâh sanâyii ile materyalist  dünya, sonunda kendi kendini sokup öldüren bir akrep gibi, fecî bir âkıbete doğru sürüklenmektedir.

Bu sebeple gönlü îman dolu müslüman gençlerin, onların maddî refâhına aldanarak rûhî buhran içindeki hayat tarzlarına hayran olmaları son derece tehlikelidir. Bu durum, sıhhatli bir kişinin hastaya özenip onu taklit etmesinden farksızdır.

Dolayısıyla gençlerimiz, yanlış his, fikir ve fiillerin girdabına kapıldıktan sonra kurtulmaya çalışmak yerine, daha en başından itibâren,  maddeyi mânâ ile mezceden kendi medeniyetimizin asil prensiplerine sarılmalı; dînî ve millî kimliklerini yeniden  keşfetmeye çalışmalıdırlar.

Unutmamak lâzımdır ki bizi kurtaracak olan ruh; bize Hira, Sevr ve Vedâ Hutbesi’nde bırakılan mukaddes mirastır. Asıl saâdet, bu  mukaddes mirasa aşk ve şevk ile sahip çıkarak zaman ve mekânı, Kur’ân ve Sünnet’in rûhâniyeti ile doldurabilmektir.

İnsanoğlu ancak, ebedî saâdet rehberi olan Kur’ân ve Sünnet ölçüleriyle yoğrulabildiği takdirde rûhen huzur bulabilir. Nitekim câhiliye insanı da Kur’ân ve Sünnet’le feyizlenerek rûhî saâdete kavuştuktan sonra bir “Asr-ı Saâdet” toplumu meydana  getirebilmişlerdir.

Devam edecek…


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.