Bir müellifi ancak kendi eserlerini okumak suretiyle tanıyabiliriz. Onun eselerini okumak demek, onun fikir dünyasına girmek, bir nevi aradaki perdeyi kaldırmak demektir. Okuduğumuz eser bir şiir, bir fikir kitabı yahut bir roman, hikaye olabilir; neticede o kitabın satır aralarında eserin sahibi vardır. Yazarın düşünce yapısını, duygularını, iletilerini işte o satır aralarında, yani eserin bizzat kendisinde, biz buluruz.

Bir müellif, şair veya düşünür hakkında pek çok makale veya kitap okumuş olabiliriz. Adına tertiplenmiş konferanslara, panellere, sempozyumlara dinleyici olarak katılmış olabiliriz. Elbette bu okuma ve dinlemelerimiz, üzerinde durduğumuz kişiyle ilgili kimi bilgileri edinmemizi sağlar. Bu sayede o kişinin şahsiyet ve eserleri hakkında bir intiba oluşur bizde.

Ama bu, hiçbir zaman o müellifi, şairi ve düşüncelerini gerçek manada tanımak demek değildir. Zira onunla aranızda bir ikinci şahsın varlığı söz konusudur. Yani siz bir başkasının gözüyle, bir başkasının penceresinden bakıyorsunuzdur o şahsa. Onun önkabulleri, birikimi, değer yargıları mutlak surette işin içine giriyordur. Ve siz o şahsı o zaviyeden değerlendirmek zorundasınızdır.

Demem o ki, bir müellifi ancak kendi eserlerini okumak suretiyle tanıyabiliriz. Onun eselerini okumak demek, onun fikir dünyasına girmek, bir nevi aradaki perdeyi kaldırmak demektir. Okuduğumuz eser bir şiir, bir fikir kitabı yahut bir roman, hikaye olabilir; neticede o kitabın satır aralarında eserin sahibi vardır. Yazarın düşünce yapısını, duygularını, iletilerini işte o satır aralarında, yani eserin bizzat kendisinde, biz buluruz.

***

Mevlâna Celaleddin Rumî, günümüzde üzerinde en fazla konuşulup yazılan mütefekkir-mutasavvıf-şâirlerimizden. Asya’dan Avrupa’ya, Amerika’ya dünyanın her tarafında onun hakkında programlar tertip ediliyor, makaleler kaleme alınıyor. Dergiler adına sayılar hazırlıyor, müstakil kitaplar telif ediliyor. Özellikle 2007 yılının -malum kuruluş tarafından- Mevlâna yılı ilan edilmesiyle bu konudaki çalışmalar zirveye ulaşmış bulunuyor.

Tabii ki Mevlâna gibi çok yönlü şahsiyetlerin, bu tür geniş çaplı araştırma, inceleme ve programlarla gündemde tutulması önemli bir husus. İnsanların hayatına, onların mesajları bir biçimde ulaştırılmış oluyor böylelikle. Ancak yine de biz, bütün bu görkemli anma programları, makaleler, yazılar arasında Mevlâna’nın deruni ruhunu hissedebildiğimizi söyleyemeyiz. Onun bizi alıp götürmek istediği mana zenginliğine ulaşamayız.

Mevlâna hakkında yazılmış yazıları, kitapları bir kenara bırakıp, hemen eserlerini okumaya başlamak gerektiğine inanıyorum. Onun eserlerinde bulduğumuz derinliği, etkileyiciliği ve huzuru hiçbir araştırma yazısında, hiçbir organizasyonda bulamayacağız. Onun sıcaklık ve taravetini ancak gönül ikliminden taşan eserlerinde soluk alıp vererek duyabileceğiz. Dahası türbesini ziyaret ettiğimizde de rastlayamayacağız onun ruhaniyetine. Üstelik bütün bunlarla vakit de kaybetmiş olacağız.

***

Mevlâna türbesinin 100 metre bitişiğindeki çalışma odamda birkaç yıl durdu, Fîhi Mâfih. Kimi zaman yapraklarını karıştırıp şöyle bir göz atmaktan çok da öteye gitmedi kitapla ilişkim. Meğer oradan ayrılıp gözlerden ırak bir köyde hem dem olmak varmış onunla. Bir zemheri ayı, emektar bir kitapsever öğretmenden, üç beş kuruş verilerek satın alınmış eski bir nüshadan tanımak varmış Mevlâna’yı.

Mevlâna’yı tanımaktan söz ediyorum çünkü şimdiye kadar birkaç rubâisini, vecizesini ve türbesinin yolunu bilmekten öteye gitmeyen bir tanışıklığımız vardı. “Magazinleştirilmiş” ve “metalaştırılmış” ancak derinlemesine nüfuz edilmemiş bir siluetti o zihnimde.. İşte Fîhi Mâfih Mevlâna’yı tanımanın ilk adımı, denize açılan kapı oldu benim için.

Kuşkusuz Mesnevî, onun fikri ve manevi ufkunu yansıtan en büyük eseri. Ancak Fîhi Mâfih’te bir düşünce adamının, görüşlerini rahatça ifade edişini görüyoruz. Mesnevî’deki telmih yollu ifadeler burada sere serpe ortaya dökülüyor. Ayetlere, hadislere geniş geniş yorumlar getiriliyor. -Ve beni kitapta en çok cezbeden de işte bu yorumlar oluyor.- Yine kıssalar var bu kitapta. Yalnız Mesnevî’nin aksine anlatım yalın, verilmek istenen mesajlar net..

Mevlâna diyor ki: “Bu dünyanın gecesi ve karanlığı geçer. Fakat bu sözün nuru her an daha çok görünür.” Evet, Fîhi Mâfih’teki sözlerin nuru benim göğsümde de bir dolunay gibi doğdu ve gecemi aydınlattı. Zemheride açan bir güneş, bir öğle yeli gibi içimdeki kasvet buzlarını eritti. Baharda açan güllerin kokusuyla içimi envai çeşit mana rayihalarıyla doldurdu. Sanki başka bir dünyaya doğdum. Şimdiye kadar hiç tatmadığım duygular tattım. İçimin yerden göğe sevgiyle dolduğunu sezdim.. Ve kitap beni Mesnevî’ye ve Divan-ı Kebîr’e götürmekte gecikmedi.

Mesnevî’de: “Ey eski dünyaya yeni can sen!” diye bir hitap var. Bir başka yerde: “Ey mana güneşi! Can saç. Eski dünyaya yenilik göster.” ifadeleri.. Bilemiyorum kimedir bu hitaplar. Belki gönlünde aşk meşalesini tutuşturan Şems’edir, belki de bizzat kendisine. Ama bildiğim bir şey var ki, Mevlâna o döneme de, bu güne de can/ruh olmayı, can/ruh saçmayı başarabilmiştir. Eski dünyamıza yeni bir soluk üflemeyi bilebilmiştir.

İşte eserlerini okuduğumuz zaman o ruh bizim gönlümüzde de çiçekleniyor. Onun yetiştirdiği mana güllerinin kokusunu duyabiliyoruz Mesnevî’de, Fîhi Mâfih’te, Divan-ı Kebîr’de... Onun lisana gelmez aşk deryasından ruhumuza vuran dalgaları hissedebiliyoruz.

Evet, kendimin de mana güneşiyle aranızda perde olmaya başladığımın farkındayım. Bu sebeple söylediklerimle daha fazla çelişmeden yazıyı noktalıyorum. Vesselâm.


Mesut Kaya'ın Yazısı.