Efendim, Küreselleşme (globalleşme), günümüzün bir realitesi. Günümüz insanı, her zamandan daha fazla multi (çoklu) kültürel ve multi dînî toplumlarda yaşıyor. Farklı kültür, din ve anlayış sahibi insanlar her gün farklı alanlarda iletişim içindeler. Peki, müslümanlar gayr-i müslimlerle münasebetlerinde ne gibi hassasiyetlere riâyet etmelidirler?

Bunun en güzel cevâbını Kur’ân-ı Kerîm:

“Sizin dîniniz size, benim dînim de banadır.” (el-Kâfirûn, 6) buyurmak sûretiyle veriyor.

Peygamber Efendimiz r, Mek-ke’den Medîne’ye hicret ettiğinde, evvelâ müslümanlar arasında bir “din kardeşliği”, müslümanlarla gayr-i müslimler arasında ise bir “vatandaşlık” hukuku tesis etti. Herkesi birbirinin hukukuna saygı duyarak huzur içinde yaşamaya davet etti. Yani Efendimiz r, gayr-i müslimlere de haksızlık ve zulmü yasakladı. Zira bütün müslümanlar kardeşimiz, gayr-i müslimler de insanlıkta bir eşimizdir. Nitekim Peygamber Efendimiz r bir sefer esnâsında bir insan ölüsüne rastlamış ve onun müslüman olup olmadığını araştırmadan -sırf bir insan olması hasebiyle- öylece bırakılmasına gönlü râzı olmamış ve derhal defnedilmesini emretmiştir. Yani dînimizde insanın dirisine olduğu kadar ölüsüne bile hürmet gösterilmesi emredilmiştir.

İslâm tarihi de, gayr-i müslimlerle adâlet ve hakkâniyet zemininde yaşanan beşerî münâsebetlerin sayısız fazîlet misâlini ihtivâ etmektedir. Meselâ Hazret-i Ömer’in halifeliği döneminde Ebû Ubeyde bin Cerrah, hristiyan Humus halkıyla bir anlaşma yaptı ve canlarının, mallarının, surlarının, kilise ve değirmenlerinin korunması karşılığında şehri teslim aldı. Yuhanna kilisesini ise, dörtte birinin câmi yapılması şartıyla bu anlaşmanın dışında tuttu. Muâviye halife olunca bu kiliseyi Dımeşk’teki câmiye dâhil etmek istedi. Ancak itirazlar üzerine bu fikrinden vazgeçti. Abdülmelik bin Mervan aynı maksatla gayr-i müslimlere büyük meblâğlar teklif etmesine rağmen yine de onları râzı edemedi. Velid bin Abdülmelik de onlara bu kilise karşılığında büyük paralar ve farklı alternatifler sunmasına rağmen onları râzı edemeyince kiliseyi yıkıp câmiye ilhâk etti. Bu mesele, daha sonra halife olan Ömer bin Abdülaziz’e şikâyet edilince, durumu araştırdı ve gayr-i müslimlerin haklı olduğunu görüp oranın sahiplerine iâdesine karar verdi. Ancak bu sefer de müslümanlar, kilisenin toprağını işgâl eden câmilerinin yeniden kiliseye dönüştürülmesine râzı olmadılar. Ömer bin Abdülaziz gayr-i müslimlerle görüşmeler yaptı, kendilerine daha başka yerler bağışlayarak onları râzı etti ve meseleyi tatlıya bağladı.

Gayr-i müslimlere karşı bile son derece hassas ölçüler ve sağlam temeller üzerine oturtulan İslâm adâleti, lâyıkıyla tatbik edildiği zaman bütün beşeriyeti kendisine hayran bırakacak derecede yüksek bir ihtişam sergilemiştir. Nitekim 1789 Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof Lafayet, meşhur insan hakları beyannâmesi yayınlanmadan önce bütün hukuk sistemlerini tedkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görerek:

“–Ey Muhammed! Sen’in adâleti gerçekleştirmek husûsunda ulaştığın seviyeyi bir daha hiç kimse gösteremedi!..” demekten kendini alamamıştır.

Bir başka mütefekkir Tomas Karlayl da şöyle demiştir:

“Başında taç ile gezen hiçbir kral, hırkasını yamayan Muhammed kadar dünyada itibar, şeref ve haysiyet bulmadı.”

İslâm’ın asr-ı saâdetten sonra en ideal mânâda yaşandığı dönemlerden biri olan Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş devirlerinde de gayr-i müslimlerin din ve vicdan hürriyeti teminat altına alınmıştır. Onların dinlerini yaşamalarına müsâmaha gösterilmiş, bu hususta hiçbir zorlama, baskı ve asimilasyon uygulanmamıştır. Hattâ “vedîatullah”, yani Allâh’ın emâneti olarak görülen gayr-i müslimlerin fakirlerine, müslümanların kurdukları vakıflardan yardımda bulunulmuş, Fâtih zamanında fakir hristiyan âilelere bile sadaka olarak ev dağıtılmıştır.

Barbaros Hayreddin Paşa, İspan-ya’da hristiyanların katliâmına mâruz kalan yahudîleri kurtararak İstanbul’a getirmiş, İstanbul halkı da “bunlar mazlum” diyerek o yahudîlere sadaka vermiş, ikramda bulunmuş ve onları himâye etmiştir. Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının zirve tezâhürleri sergilenmiştir. Bunun da bereketiyle, nice gayr-i müslim, tamamen kendi irâde ve rızâsıyla müslüman olmuştur.

Sultan Murad Han’ın şehâdet şerbetini içerek fethettiği Kosova’da, o zamanlar hristiyan olan Arnavutlara hiçbir zorlamada bulunulmadı. Oraya Anadolu’nun takvâ ehli müslüman halkı gönderildi. Müslümanların tertemiz hâl, kāl ve davranışlarına hayran olan Arnavutların yüzde 90’ı müslüman oldu.

Yine Fâtih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı fethettikten sonra, hristiyan ahâlî müslüman olsun diye boyunlarına kılıç dayamadı. O da Anadolu’dan İslâm’ı güzelce yaşayan âileler gönderip Bosna’ya yerleştirdi. Onların şahsında İslâm’ın nezâket, zarâfet ve güleryüzünü gören bütün Boşnaklar müslüman oldu.

İslâm’da güzel bir üslûpla; “emr bi’l-mâruf ve nehy ani’l-münker / iyiliği tavsiye ve kötülükten sakındırma”, yani tebliğ vardır; zorla ve cebren müslüman yapmak yoktur. Bu hususta Allâh’ın emri açıktır: “

Dinde zorlama yoktur…” (el-Bakara, 256)

Zâten zorla müslüman değil, ancak münâfık olunur. İslâm’da ise mühim olan gönüllerin fethidir. Kalben tasdik edilmeyen bir îmânın hiçbir kıymeti yoktur. Bu sebeple İslâm, bir vicdan toleransı tanır. Müslüman olup olmamak, tamamen kişinin irâde ve rızâsına kalmıştır. Fakat müslüman olduktan sonra ilâhî emir ve nehiylere riâyet etmek zarûrîdir.

Ecdâdımız Osmanlı her gittiği yerde dâimâ adâlet, hak-hukuk tevzî ettiği içindir ki, kendi krallarının zulüm ve haksızlıklarından iyice bezmiş olan pek çok gayr-i müslim halk, müslümanların âdil idaresi ve müsâmahakâr himâyesi altında yaşamak için İslâm ordularını ülkelerine dâvet etmişlerdir.

Lehistan’da; “Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, ecdâdımızın adâletini gösteren bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Gerçekten Lehistan, yani Polonya, tarihte üç defa istiklâline kavuşmuştur ki, bunlar da hep Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.

Bu yönüyle müslüman ecdâdımız, başka milletlerin de tercih ettiği bir devlet hüviyetinde olmuştur. Nitekim Fâtih’in askerleri surları zorlarken, Bizans asillerinden olan hristiyan Grandük Notaras’ın, Ayasofya’daki bir müzâkerede Papa’dan yardım talep edilmesi teklîfine karşı sarf ettiği şu ifâde meşhurdur:

“İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”

Müslümanların gayr-i müslimlerle münâsebetlerindeki yüksek hukuk anlayışının tarihteki en muhteşem misallerinden bir diğeri de, İstanbul’u fethederek Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açmış olan Fatih Sultan Mehmed Hân’ın, tebaasından bir hristiyan mimarın şikâyeti üzerine maznun/sanık olarak mahkemeye çıkarılması hâdisesidir. Fatih Sultan Mehmed, kendisinin tâyin ettiği bir kadı olan Hızır Bey tarafından muhâkeme neticesinde suçlu, şikâyetçi olan hristiyan mimar ise mazlum bulundu. Kadı Hızır Bey, kısas âyetini okuyarak Sultan Fatih’in kolunun kesilmesine hükmetti. Dünyayı dize getiren cihan pâdişâhı:

“–Hüküm şer’-i şerîfindir!..” diyerek kararı sükûnet ve tevekkülle karşıladı.

Hristiyan mîmar, dünyada bir eşi daha görülmemiş olan bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde:

“–Hakkımdan vazgeçiyor ve diyet kabul ediyorum!..” dedi. Mesele, bu sûretle tatlıya bağlandı. Yani İslâm’ın adâlet ve hakkâniyet anlayışına gayr-i müslimler bile hayran kaldı.

Bunun günümüzdeki bir misâlini zikredecek olursak; 2013 yılının Ocak ayında Amerika’nın en değerli üniversitelerinden biri kabul edilen Harvard’da dünya tarihinde hak ve adâleti en iyi hulâsa eden metinler içinden seçilen birkaç örnek, Hukuk Fakültesinin kütüphane duvarına asıldı. Orada Kur’ân-ı Kerîm’den şu âyet-i kerîme de yer alıyor:

“Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar, Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın, (şâhitliği) eğip büker (doğru şâhitlik etmez), yahut şâhitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (en-Nisâ, 135)

Esasen İslâm, insanlık için her sahada en ideal hükümleri getirmiştir. Bu hükümlerin fiilen tatbik edildiği zamanlar, bu “hâl ile tebliğ”in tesirinde kalarak İslâm’a hayran olan, dolayısıyla da gönlü hidâyete meyleden sayısız insan olmuştur. Bugün de müslümanlar olarak, elimizdeki bu kıymetli mücevheri yaşayışımızda güzelce sergilemek durumundayız. Bu hususta müslümanlar olarak hepimize büyük mes’ûliyetler düşmektedir...

Cenâb-ı Hak, cümlemizi elinden, dilinden ve gönlünden ümmet-i Muhammed’in istifade ettiği kullarından eylesin…

Âmîn…


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.