Yusuf Deren

1–1’lik skor koskoca adamları avazları çıktığı kadar bağırtmaya yetmişti. Hemen az sonra, Brezilyalı, 35 metreden ağları bulup skoru 2-1’e getiren golü atınca, amcalarla sarmaş dolaş havaya zıpladık ve müthiş bir tezahürata başladık. Golün ardından birer çay daha içtik. Maçın son düdüğüne kadar keyfimize diyecek yoktu.

Radyoyla yetinmekliğim (?), televizyona karşı olduğumdan filan değil, 37 ekran bile olsa televizyon alacak parayı büsbütün denkleştiremememden kaynaklanıyordu. Akşam yemeğinde ne yemeliyim sorusu yine başlı başına bir sorun olarak yanı başımdaydı. Dışarıdaki güzel hava birçok insan için bir şeyler ifade etse de benim için sisli, puslu havalardan pek farklı değildi. Demek ki pus da sis de insanın içindeydi.

Haftalık bulaşık yıkama törenini bu akşam da ertelemeliydim. Canım, dağ gibi bulaşıkla boğuşmayı kesinlikle istemiyordu. Temiz kaşık ve çatal olmaması belki de bu akşam aç yatacağıma delaletti.

Erkenden yatıvermek en iyisiydi aslında. Lakin akşamki maçı kaçırmak hiç de akıl karı değildi. Tabii bu da bir başka soruyu beraberinde getiriyordu: Maçı nerede izleyecektim? Saat daha yedi bile değildi. Bu da demekti ki maça en az üç saat vardı. Bu süre içerisinde hem kaşığa, çatala ve de tabağa ihtiyaç duymayacağım bir yemek bulabilir hem de biraz dolaşıp sonra da kahvehanelerden birine girip maçı izleyebilirdim.

Dolaptaki peyniri çıkardım, dün akşamdan kalan bayatlamış ekmeğin arasına koydum. Ekmek arası peynir, bir adet portakal ve bir bardak su ile artık maça hazırdım. (Maçı izlemeye!) Hırkamı omzuma attım, kapıyı çekip çıktım.

Akşam vakti olduğundan merdivenleri yine müthiş yemek kokuları sarmıştı. Özellikle bir kızartma kokusu vardı ki insanın aklını başından alacak cinstendi. Hangi daireden geliyorsa kapısına dayanıp şöyle demeliydi aslında: “Sizde hiç Allah korkusu yok mudur kardeşim! Nedir bu patlıcan, kabak kızartması filan; peynir ekmek neyinize yetmiyor?”

Sokağa adımımı attığımda bir nebze olsun rahatlamıştım. İçimdeki o boğucu hava yerini rahatlamaya bırakmıştı. Rüzgârın o tatlı esişi yaşamaya dair ümitlerimi yeniden yeşertti.

***

Nereye gideceğimi bilmiyor, yine de yürüyordum. Bir ara üzerlerinde sarı lacivert formaları olan birkaç tane kız bağıra çağıra önümden geçtiler. Bu sporun en sonunda kadınları da bunca içine çekmiş olmasını dünyanın günden güne saçmalaşmasına yordum.

Genişçe bir kahveden başımı içeri soktuğumda saat dokuz buçuğu birkaç dakika geçiyordu. İçerisi hınca hınç dolmuştu. Zannedersem çoğu işçi olan bu kalabalığın en büyük eğlencesi bu tür maçlardı. Günü birlik yaşamaların günü birlik eğlenceleri…

Maç başladı. Yanımdaki adamın öksürüğü de. Ve hakem ilk yarıyı bitiren düdüğünü çalana kadar adam öksürdü durdu.

Adam çok öksürdüğü için değil de buranın çayını beğenmediğimden, bir de epey kalabalık olduğundan devre arası başka bir kahvenin yolunu tuttum. Burası ilkinin aksine oldukça sakindi. On kişi ya var ya yoktu. Bunların da yaşları hep ellinin üstündeydi. Öylesine oturmuş maçı izliyor, fazlaca bir tepki vermiyorlardı. Bu durumun geçici olduğunu anlamam için Fenerbahçe’nin beraberliği sağlayan golü bulması gerekti.

1–1’lik skor koskoca adamları avazları çıktığı kadar bağırtmaya yetmişti. Hemen az sonra, Brezilyalı, 35 metreden ağları bulup skoru 2-1’e getiren golü atınca, amcalarla sarmaş dolaş havaya zıpladık ve müthiş bir tezahürata başladık. Golün ardından birer çay daha içtik. Maçın son düdüğüne kadar keyfimize diyecek yoktu. Hakem son düdüğü çalınca neşeli ama sakin bir şekilde sandalyelerimizden kalktık ve hafiften soğumaya başlamış olan dışarıdaki havanın kollarına bıraktık kendimizi. Gece tamamıyla çökmüştü. Her birimiz ayrı yönlere doğru yöneldik, başka bir maçta buluşmak üzere karanlıkta kaybolduk.


GENÇ'ın Yazısı.