Merve Altınok

10. sınıf öğrencisi `dert` namzeti Elif`imiz il genelinde düzenlenen (burada il Konya oluyor) serbest konulu öykü yarışmasında birincilik elde ediyor. Belirtmeden geçemeyeceğim, `kaleminin hakkı` ile kazanıyor. Gelgelelim ödül töreninde bir rezalet yaşanır ki şöyle: Elif`imiz ve -sevincini, paylaşarak artırmak niyetinde olan- dostları İl Halk Kütüphanesi`nin yolunu tutarlar. Fakat bir nedenden ötürü Elif`imiz ödülünü almak için sahneye çıkamaz... Eveeeetttt...

Kampüsten haber diyemeyeceğim...Ama bir T.C Klasiği desem yeridir. Son kurbanımız GENÇ gönüllülerimizden Elif Eyşan YILMAZ...

10. sınıf öğrencisi `dert` namzeti Elif`imiz il genelinde düzenlenen (burada il Konya oluyor) serbest konulu öykü yarışmasında birincilik elde ediyor. Belirtmeden geçemeyeceğim, `kaleminin hakkı` ile kazanıyor. Gelgelelim ödül töreninde bir rezalet yaşanır ki şöyle: Elif`imiz ve -sevincini, paylaşarak artırmak niyetinde olan- dostları İl Halk Kütüphanesi`nin yolunu tutarlar. Fakat bir nedenden ötürü Elif`imiz ödülünü almak için sahneye çıkamaz... Eveeeetttt...

Soru 1: Sizce neden? Bu soruyu doğru cevaplayan ilk üç kişiye Umre bedava.... Demeyeceğim çünkü bu kadar kolay bir soruya cevap vermek zor olmasa gerek değil mi dostlar???

Bu konu üzerine sorulabilecek, cevabı alınamayacak ve Umre gibi değerli ödüllere layık zorlukta sorular mevcut. Neyse efendim konumuza dönelim. Elif`imiz örtünmeyi tercih ettiği için sahneye çıkarılmamıştır, gerekçe olarak da basın mensupları gösterilmiştir! Elifimizin ödülünü komşu teyze `başı açık` olduğu için alabilmiştir.

Şimdi birincisi; `inanıyorsanız üstünsünüz` düsturu doğrultusunca teselli etmeye çalıştığım kardeşlerime ben bunu nasıl açıklayabilirim, nasıl???

İkincisi yetkili kişilerimiz neden basın mensuplarının karşısında dimdik duramamaktadır? Omurga sahibi makamını mevkisini gönlüne koymamış kimseler değiller midir acaba? Yoksa yoksa üstüne oturmaları gereken koltuklarını kendi üzerlerine mi oturtmuşlardır?

Üçüncüsü... Dördüncüsü.... diye sıralamak istiyorum fakat terazinin kantarını kaçırmaya başlayacağım, bu sebeple susmayı yeğliyorum; ta ki `fecre` kadar....

Bu noktaları yerinde bırakıp, şu noktadan devam etmek istiyorum.

Efendim, 2008 nisanının 3.gününü yaşamaktayız. Sırılsıklam olmuş yürekler, taşamamış, suları dökülememiş, içleri gökler gibi....dedim bir şeyler yapmalısın. Bu sular hürce boşalmalı, bu kızlar inanıyorlar ve üstünler, bu dünyanın nimetlerine tamah etmezler, etmemeliler... Yeri geldiğinde en zor anda gülebilmeliler, çünkü İHL`ler kaderine terkedildiğinden beri hep ağlamaklı onlar...

Sözü uzatmadan mevzuya girmek niyetim; sırılsıklam yürekler dedim ya sadece yürekler değil tabii karla karışık lapa kar lapa yağmur, çünkü Mart kapıdan baktırıyor kazma kürek yaktırıyor. İl Halk Kütüphanesi yolundan dönüş yaşayan kardeşlerimle sarraflar çarşısının giriş kapısında buluştuk. Ben de ıslanmıştım ama yüreğim henüz günlük güneşlikti. O simalarda gördüğüm hüznün nedenini öğrenince yüreğimdeki sele kendimi kaptır(a)madan dedim ki; “üzülmeyin canım onların törenine mi kaldık, şimdi alasını yaparız merak etmeyin hem öyle resmi de olmaz bizimkisi...”

İhtiyacımız olan sahnenin sarraflar çarşısının kapısının önü olduğuna karar verdik. Aldım elime mikrofonu (hayal mahsülüdür:)) başladım protokolü saymaya tabii bu esnada karla karışık yağmurdan içeri sığınan kimseler mevcut! Çeşitli yüz ifadeleri ile seyre koyuldular bizi. Bizimse kimse umrumuzda değil :) Koskoca cumhurbaşkanı, başbakan, vali, belediye başkanı, muhtar... gibi uzayan protokol misafirlerimiz var. Uzunca bir protokol nutuğundan sonra ödülünü almak üzere Elif Hanım Kızımızı sahneye davet ettim. Alkışlar arasında tabii ki:) Ee bu arada seyircilerimizin pek alkışlamaya vakitleri olmadı çünkü anlayamadıklarını ve çeşitli düşünceleri anlatan, yüzlerinden okunan, “Aman Ya Rabbii deli mi ne bunlar` başlıklı slayt gösterisini hazırlamakla meşguldüler. :)) Ne yapalım biz de kendimiz alkışladık sadece. Bu arada 4 kişiyiz biri kameraman (Şüheda), biri sunucu (ben), biri ödül alan (Elif), biri de ödül veren protokolcü (!) (Büşra)...

Bu esnada kardeşlerimin yüzlerinde oluşan o mesrur gülümsemeyi milyarlara değişmem!!! Sarraflardan çıktık, makineyi aldık kameramanın elinden, izleyelim dedik aah ah ne gezer efendim kameraman rec(bkz. hayati öneme sahip tuş)`e basmamış aman dedik boşa gitti dedik ah dedik vah dedik... Uygun (!) bulduğumuz ilk mekanda yeni bir tören yaparız. Ki yaptık o fasla girmeyeceğim...

Gelelim haberin özüne. Bakınız ülkemin insanları! Malum şartlar ne olursa olsun insan inandığı takdirde bir çıkış yolu bulacaktır. Üzülmek... Elbette fakat üzülerek bahtımıza küsmek çare değildir. Sabrederek Mevla`ya sığınıp bu psikolojik savaşta yenik düşmemektir aslolan. Ümitsizliğe teslim olmamalıyız. Bu ve benzeri hadiseleri her gün içimizden biri -ki en az biri diyeyim- muhakkak yaşamaktadır. Ama yenilmemeliyiz ezilmişlik psikolojisine. Kim ne derse desin bu vatan bizim... Bu vatanı kanının son damlasına kadar savunan `Mehemmedcik`in` imanını tasvire kelimelerim yetmeyecektir... O Mehemmed`in herbirini kınalayıp yollayan acısı yürek dağlayan anaların imanını tasvire ise hiç hacet yoktur, bilen bilir... Allah varsa -ki hamdola ki var ve hamdola ki bildirene- yeise yer yok, keder yok... Allah var ve O`nun safında olanlar kazananlar...

Bu dünya onların olsun ya Ali diyen Kutlu Peygamber`in ümmetiyiz... Hamdola...


Elif Eyşan’ın İl Birinciliği Ödülü Aldığı Hikayesi

Her biri ruhunun bir köşesine sığınmış renkli düşüncelerini seyretti uzun süre. Tanımlamaya çalıştı tek tek. O bir ressamdı ve renkleri bilirdi sadece. İçindeki bütün renkleri düşüncelerden soydu önce, düşünceleri tekrar fırlattı yerlerine ve gülümseyerek baktı elindeki düşünceden sıyrılmış, ruhsuz renklere. Usulca fısıldadı onlara:”Yepyeni düşüncelerle işleyeceğim sizleri ve yepyeni anlamlar kazandıracağım sizlere!” Avuçlarının içinden nazikçe akıttı onları kalbine ve geçti tuvalin karşısına.

Ne çizeceğine karar vermemişti henüz. Odaya bir göz gezdirdi ve bütün eşyalara baktı. Odanın sağ tarafındaki kocaman kitaplığa bakışlarını kilitledi. Çocukluğundan beri hep acırdı bu kitaplığa. Özgün düşünceleri yoktu çünkü onun. Kucakladığı kitaplar ne diyorsa, o da aynılarını söylerdi. Bu yüzden vazgeçti kitaplığı resmetmekten.

Antika denilebilecek kadar eski, el dokuması halı çekti dikkatini. Özenle işlenmiş desenlere baktı hayranlıkla. Kahverenginin üzerine kremle dokunmuş olan büyük yapraklı çiçeği inceledi, renk uyumu mest etti ressamı. Halının fedakarlığını düşündü sonra, hoyratça çiğnenmesine rağmen sessiz kalışını ve hayata karşı verdiği çetin mücadeleyi resmetti zihninde. Daha canlı bir şeyler çizmek istediğini hatırladı ve bakışlarını kaçırdı halıdan.

Kapının yanındaki küçük askılık, bir ayağı çürük sandalye, yamalı koltuk, cam vazo ve içindeki mutluluk çiçekleri, sadece bir çift ayakkabıyı barındıran büyükçe bir ayakkabılık… Hiçbirinin resmedemezdi çünkü canlı şeylerdi aradığı.

Köşede duran aynadan kendisine gülümseyen bir çift göz yaşadığı kararsızlıktan kurtardı O’nu. Canlılığı, düşünceyi, sevgiyi, anlamı yani varlığı içinde taşıyan bir şey çizmek istiyorsa eğer, insanı resmetmeliydi.

Fırçasını kalbine dokundurdu ve siyah renge buladı. Bir çift gözün ilk çizgilerini attı ve önce ana hatlarını çizdi gözlerin. Birkaç fırça darbesinden sonra, biri diğerinden çok dikkatlice bakıldığında fark edilebilecek kadar küçük iki göz beliriverdi tuvalde. Evet, az da olsa biri diğerinden küçüktü, ressam hep sevmişti böylelerini. Fırçasını siyahın gizeminden sıyırdı ve kahverengiye buladı. Gözlerin ortalarına küçük daireler çizdi, belki de resmin en zor kısmı burasıydı. Gözlere anlam verebilmek…

Fırçayı her dokunduruşunda farklı bir anlam aşıladı gözlere. Sevgiyi dokundurdu önce, samimiyeti, hüznü, sevinci, aşkı sınırsızca bıraktı sonra. Dimdik ve ufka bakan gözler… Göz kapaklarını hafifçe belli etti, ne de olsa bunlar insanın dünyaya açılan kapısıydı ya! Kirpikleri ve kaşları çizdi sonra. Beyaz tenin üzerindeki simsiyah kaşları hayranlıkla seyretti. Siyah ve beyaz, elest bezminden tanışık kardeşlerdi O’na göre. Siyahın kasvetine inanmamıştı hiçbir zaman ve inadına sevmişti geceyi. Siyah; gösterişsizdi, kusurları örtendi, temiz olanı en güzel haliyle ortaya çıkarandı. Ve beyaz… Temizlikti, saflıktı, aydınlıktı, çocuk yüreğiydi, hayalin içindeki gerçekti. Siyah ve beyaz; biri karanlıktı, biri aydınlık. Biri suydu, biri susuzluk. Biri güldü, biri diken. Birisi sevilmezdi, diğeri sevilmeden…

Fırçasını kırmızıyla güzelleştirdi ve biçimli dudaklar çizmeye başladı. Tekrar gözlere baktı ressam ve çizdiği gözlerde bilgiyi gördü. Bilgiyi gördü ve dudakları kapalı çizdi. Zaten en büyük marifet yeri geldiğinde bildiği halde susabilmek değil miydi? Dudakların çizimini bitirdi ve renge kilitlendi tekrar. Ressamdı O, çözerdi en gizemli renklerin dilini bile. Kırmızı; vatandı, aileydi, aşktı ve bağlanmaktı. Kırmızı, sonsuzluk ve sınırsızlıktı. Başkaldırıydı, asilikti, aykırılıktı ve düzenin çarklarına kapılmamaktı.

Yılların verdiği aşinalıkla gözlere ve dudaklara uygun bir burun ve yuvarlak bir çehre çizdi hemen. Saçları kapatacağı için hayalinde bıraktı bir çift kulağı. Kahverengi, beyaz ve sarıyı harmanladı kalbinde ve isimsiz bir renk elde etti kalbinin en orta yerine. Bu rengi ustaca aktardı tuvale. Uzun, dalgalı, doğal saçlar çizdi bu güzel yüze ve tabloyu tamamladı böylece…

Resmin tam karşısındaki yorgun koltuğa oturdu ve saatlerce beklentili gözlerle baktı eserine. Aradığı canlılıktı ya hani; anlamı bir dantela gibi işlediği bakışlarda da bulamadı onu, sessizliğine alışkın olduğu dudaklarda da. Hayal kırıklığıyla sarıldı en aşina olduğu canlıya. Sarıldı siyaha ve kayboldu karanlıkta…


GENÇ'ın Yazısı.