İçimde dertli bir bülbül

Öter Yunus Yunus diye

Söz bahçemde her gün bir gül

Biter Yunus Yunus diye

Bekir Sıtkı Ardoğan

Ülkemizin eskimeyen davalarından biri de dil davası. Belki de en önemli davası. Çünkü dinin de bilimin de kültürün de varıp dayandığı noktadır, dil. Dil davasını çözmeden bütün bu alanlarda ilerleme kaydetmek; geçmişi kavrayıp geleceğe uzanmak imkansızdır.

Tarih boyunca dilin çeşitli evrelerden geçmesi tabii bir durum. Suyun aka aka yolunu bulması gibi, dil de zamanla kendi yatağını buluyor. Bu arada çeşitli menzillere uğruyor. Bünyesine yeni yapılar, yeni kelime ve kavramlar alıyor; var olan kelimeleri zenginleşiyor, bazıları da unutulmaya yüz tutuyor.

Ancak maksatlı girişimlerle, dilin mecrası değiştirilmeye kalkıldığında, yaşayan dil yeni maceralara sürükleniyor. Yani bir “dil anarşisi”dir başlıyor. Belki dil, eski kimliğini kaybediyor.

Öz bir Türkçe peşinde koşanlar, işte bu noktada ciddi eleştirilere maruz kalmışlar. Dilde yaşayan kelime ve mefhumlara müdahale etmeleri tamamen ideolojik sebeplere bağlanmış. Mehmet Kaplan’a sorarsanız mesela, yapılmak istenen, Genç nesilleri maziye ve dine götüren fikirlerden uzaklaştırmak; gençlerin dünden kalan hatta bu gün yazılan kitapları okumamalarını, anlamamalarını sağlamaktır. (Nesillerin Ruhu, s. 172)

Bugün olan olmuştur. Bırakalım Osmanlı döneminde yazılmış olanları, Cumhuriyet döneminde yazılmış edebi ve fikri eserleri bile anlamakta güçlük çekiyoruz. Dil, olabildiğince sadeleşmiş; Türkçe’nin ruhuna uygun olmayan pek çok kelimeye dilimiz alışmıştır. Öte yandan dile zenginlik ve derinlik katan pek çok kelime unutulup gitmiştir. Yani öztürkçeciler çoktan amaçlarına ulaşmış görünüyorlar. Bugünkü durumu görselerdi, bu fikri ilk kez ortaya atanların bile başları dönerdi herhalde!

Ancak Türkçe bugün gerçekten, kendi bilimini, kültürünü, değerlerini ifade edebilecek bir yetkinliğe ulaşmış mıdır? Yoksa Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtarılmaya çabalanırken, batılı dillerinin hegemonyasına mı itilmiştir? Dilde sadeleştirme çabaları sürerken, dilin ifade imkanları da geliştirilebilmiş midir? Yoksa dil, mesela bundan yüz sene önceki durumundan daha gerilere mi gitmiştir?

Bu sorulara tam anlamıyla cevap bulabilmek şu an için mümkün gözükmüyor. Çünkü bir yanda maziden gelen dil birikimini canlı bir biçimde sürdürme çabaları. Bir tarafta alabildiğine yalıtılmış bir dil kullanımı. Bir tarafta da dilin milli yapısı gözetilmeden batılı dillerden transit geçişler var. Kısaca Türkçe’nin çevrildiği yönde henüz yatağını bulduğunu söylemek güç.

***

Aslında önümüzde bir “Yunus modeli” durmaktadır. Onun yaşadığı dönemde de dilin ciddi problemleri var. Bir kere dil henüz gerçek yetkinliğine ulaşabilmiş değil. Türklerin Müslüman olmasıyla birlikte Arapça ve Farsça’yla doğal bir etkileşim içine girilmiş. Arapça hem din hem ilim ve kültür dili. Edebiyatçılar tarafından Farsça tercih ediliyor. Selçuklu sarayında bu iki dil hakim. Hatta Farsça resmi dil. Türkçe’yi halk konuşuyor. Türkçe şiir söyleyen kimi ozanlar da var. Ancak dil zor durumda.

Böyle bir ortamda dili dahice kullanan bir Yunus çıkıyor ortaya. Asya steplerinden çıkıp gelmiş kupkuru Türkçe kelimelere can veriyor. Körelmeye yüz tutmuş sözcüklerin damarlarına su salıyor. Diline aşkını, şevkini, heyecanını katıyor. Yunus’la dil Arapça ve Farsça karşısında adeta derin bir nefes alıyor. Tanpınar’ın deyişiyle Oğuz Türkçe’sinin tecrübesizliğine rağmen Yunus’unki ne sağlam yürüyüştür; ne keskin hayallerle konuşuştur. (Beş Şehir, s. 153) Kullandığı dille nereye bastığını çok iyi bilen bir şâirdir, Yunus. Dâva, insanlara İslam’ın, tasavvufun saf güzelliklerini anlatmanın yanında bunu dilin bütün imkanlarını seferber ederek yapmaktır da. O’nun İslami çerçevede bir varlığı algılayış, hayata bakış felsefesi vardır. İşte bu felsefeyi halkın konuştuğu, benimsediği dilde; yine aynı basitlik, sadelik ve karakterde inşa ve ifade edebilmiştir, Yunus.

Bu, Yunus Emre’nin bütünüyle öztürkçe kullandığı anlamına gelmez tabii. O güne kadar halkın konuştuğu dile girmiş olan Farsça ve Arapça sözcükleri, yine onların söyleyiş tarzıyla bol bol kullanır şâir. Hatta bundan da öte kendi düşüncesini anlatacak farklı kelimelere, terkiplere de yol verir. Ancak bütün bunları, Türkçe’nin sesine ve estetiğine uygun bir söyleyişi benimseyerek yapar.

Mesela O, “Allah, cennet, cehennem, ışık, ilim, mest, şarab, günah, mücrim, tevazu, veli, evliya, vahdet, şirk, Azrail, hisab, tekebbür, gassal, ümid, fayda, kar, pend, nur, bab, hicab…” sözlerini kullandığı gibi, “Tanrı ve Çalab, uçmak, tamu, sevgi, sevi, bili, esrük, süci, yazık, eksiklü, yazıklu, alçaklık, eren, erenler, birlik, ikilik, Canalıcı, soru, ululuk ve ululamak, yuyucu, umu, assı, öğüt, ışık, aydın, kapu, perde…” kelimelerini de kullanıyor. (A. Gölpınarlı, Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 118) Ve bütün bu kelimeleri Türkçe’nin bir kazanımı olarak görüyor. Çünkü artık Türkçe, İslam’ın değerleri ile yoğrulmuş; ondan bağımsız düşünülemeyecek bir dil olmuştur.

Yunus, kelimelerden bir Süleymaniye kurmuş bir dil mimarı. Mimar Sinan taşlara nasıl estetik bir zarafet vererek işlediyse, Yunus da kelimeleri öyle işledi. Bunların Türkçe, Arapça Farsça olmasına bakmaksızın..

Böylelikle o, Türkçe’nin bir edebiyat ve kültür dili olmasında en büyük rolü oynadı. N. Sami Banarlı’nın dediği gibi, onun yaşadığı XIII. asır, Türkçe’nin şahlanışı bakımından bir Yunus Emre asrı oldu. Bu asırda, bu günkü Türkiye topraklarında, gerçek bir dil inkılabı yaşandı. (Türkçe’nin Sırları, s. 85) Ve Yunus’un bu yürüyüşü, Türkçe’nin Osmanlı’yla birlikte bir medeniyet dili olmasının yolunu açtı.

Onun sanatında, Hoca Ahmed Yesevi’den kopup gelen esinler vardır. Şeyyad Hazma, Âşık Paşa, Said Emre gibi şairler de onunla benzer özellikler taşır. Ancak onun –kendisinin de dediği gibi- dilinde başka bir ustalık, başka bir derinlik vardır:

Yunus bu sözleri çatar

Sanki balı yağa katar

Halka metaların satar

Sözü cevherdir tuz değil

Aslında dile getirilmesi gereken en önemli konu, Yunus’un Türk halkının duygu ve heyecanlarına, iç zenginliğine ilginç bir biçimde tercüman oluşudur. Bu yönüyle o, gayet samimi ve sıcak; bu yönüyle bizden, içimizden birisidir. Necip Fazıl’ın deyişiyle “Bizim Yunus”umuzdur.

Evet, Anadolu insanın yüreğinde dertli bir bülbül gibi öter durur, Yunus. Yüzyıllardır hep bir şeyler buluruz onda. Yunus denince, ilahileri söylenince ılık ılık bir şeyler akar içimize. Onun etrafında bir sevgi halesi hep oluşa gelmiştir ondan bu yana. İşte Yunus’u, onun dilini canlı kılan budur.

Yunus’un dil anlayışını tanımak, Türkçe’nin istikametini tayin etmek bakımından çok büyük önem taşıyor. O, her zamanki gibi hem anlayış hem de dil olarak tazeliğini koruyor. Hani bir beytinde diyor ya:

Ölümden ne korkarsın

Korkma ebedi varsın

Her dem yeni doğarsın

Bizden kim usanası

diye; işte Yunus ölmüş değildir, her dönem sanki yeniden doğmakta, düşünüşüyle, yaşayışıyla bizlere kılavuzluk etmedir.

Samiha Ayverdi’nin dil davamızın çözümüne ışık tutacak bir yol haritasıyla yazımızı bitiriyoruz: “Yıldan yıla Yunus günleri yapmak, büyük sanatkarı yad ve tebcil etmek kafi değildir. Türk harsinin (kültürünün) diri diri gömüldüğü sandukayı açmak ve ölüme mahkum edilmiş irfan hayatımıza, Yunus’ların felsefesiyle yeniden can verip ayağa kaldırmak, bir vatan ve iman borcudur vesselam…” (Yunus Emre ve İlahiler, s. 14)


Mesut Kaya'ın Yazısı.