Müslüman, ne kadar Yârıgâr’a yakınlaştıysa, O’ndan olanlara ne kadar dokunduysa, Peygamber’ine de o derece dokunan ve O’nun istediği gibi yaşayan bir kul hâlini aldı.

Rabîb-i Zîşan’ın âhirete irtihâlinden 3-4 sene önce Müslüman olmasına rağmen en çok hadis rivayet edenlerden olan “Kedilerin Babası” şöyle anlatıyor:

“Bir defasında Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular:

-Bugün içinizden kim oruç tuttu?

Hz. Ebubekir:

-Ben tuttum yâ Rasûlallah.

-Hasta ziyaretine gideniniz var mı? deyince yine Ebubekir Sıddîk:

-Ben gittim yâ Rasûlallah, dedi. -Hanginiz cenaze teşyiinde bulundu? diye sorunca, yine Ebubekir (R.A.):

-Ben.. dedi.

-Bugün kim bir yoksulun karnını doyurdu sorusuna yine Hz. Ebubekir:

-Ben doyurdum, diye cevap verdi. Bunun üzerine Efendimiz:

Bu hasletleri bir günde kendisinde toplayan adam muhakkak cennete girer, buyurdular.”

Aslında Efendimiz’in o gün o ortamda sorduğu bu dört soru, o günden sonra her gün, bütün ehl-i îmâna tekrar tekrar sorulan sorular değil midir?

Burada önemli olan hususlardan biri de, bu dört suâle “ben” diye cevap veren kişinin, maddi varlığı, işi, ticareti, sâir meşgaleleri sebebiyle bu amellere belki de o toplulukta en az vakit ayırması beklenebilecek biz zât olmasıdır.

Dünya, İslâm ile şeref buldu bulalı her vakitte bir Ebubekir’e muhtaç olmuştur.

Zirâ garip gelip, garip giden bu dinin müntesipleri içerisinde de daima garip, kimsesiz, aç, hasta olup da kendisine merhem olacak birilerini bulamama tehlikesini yaşayan çok sayıda dertli mü’min var olmuştur.

İçerisinde yaşadığımız âlem, bütün aksesuarıyla her gün yeni bir vitrinde kendisini bize arz ederken, maddî imkânları elverdiğince bu rüzgara kapılıp batıl bataklığında kaybolan nice insan vardır.

Varlıklı bir kimsenin, Cenab-ı Hakk’ın istediği gibi bir hayatı yaşaması, varlıksız birine göre hayli zordur. Onun elinde, konfora, rahatlığa, beslenmeye, eğlenceye, tüketime dair onca var olan imkân, onu ibadet, zikir, şükür ve tefekkürden çok kolay alıkoyabilir.

Dolayısıyla imkân sâhibi olup da kulluk hassasiyeti içerisinde yaşama arzusunu taşıyanlar, üzerlerinde iki farklı değer taşır.

Bunlardan birincisi, inandıkları gibi yaşama arzusuyla sarıldıkları zühd hayatını her an terk edebilme risklerine rağmen mevcut bağlılıklarını sürdürmeleri; diğeri ise ellerindeki maddî güçlerini ümmete sarf edebilme cömertlikleri ve bu sayede İslâm’ın sancağının yere düşmemesi için gereken maddi vazifeyi îfa edebilme imkânları.

Ümeyye Bin Halef’i bilmem hatırlar mısınız?

Yeryüzünde halefi asla tükenmeyecek, Ebu Cehil meşrepli, Bilal-i Habeşî’nin sahibi olan “yüce kâfir”…

O amansız zalimin Bilâl’in göğsüne koydurduğu büyük taş parçasını, o güneşte kızdırılmış ağır kayayı da hatırladınız değil mi?

Evet, îmânı ile canı pazarlık konusu edilerek şakaklarından ter yerine kan akıtılan o Bilâl, yine Ebubekir (R.A.) tarafından o gün kat kat fazla parası ödenerek satın alınıp âzâd edildi. O Bilâl, o günden itibaren Hz. Peygamber’in en yakınlarında bulundu ve cihattan cihada koşarak ömrünün sonunu ne doğduğu, ne yaşadığı yerlerden birinde olarak yaşayıp bu âlemden göçtü gitti.

Ama öyle ki, Bilâl’in göğsüne konulan o kaya, her vakit geri indirildiği yerde hep bekletildi ve aynı maksatla hep kullanıldı. Kimi zaman dünyanın batısında, kimi zaman doğusunda, kuzeyde, güneyde, her yerde Allah’a inanan kulların mazlum sıfatı ile yaşadıkları her yerde, bir Bilâl’in, Bilâllerin göğsüne o taş konuldu.

Ya vazgeç, ya da öl, denildi hep..

Her zaman olamadı belki ama, o mazlumların kurtuluşa ermeleri de o devrin Ebubekir’liğini üstlenmişler vesilesiyle oldu.

Ve müslüman, ne kadar Yârıgâr’a yakınlaştıysa, O’ndan olanlara ne kadar dokunduysa, Peygamber’ine de o derece dokunan ve O’nun istediği gibi yaşayan bir kul hâlini aldı.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.