Bilgehan Eren

-Derin Dünya İmparatorluğu’nun Görünmeyen Silahı-

Düstursuz ve destursuz meseleye girmemek adına öncelikle Büyük Doğu Mimarı’na kulak verelim; otuz beş yıl önce Üstad şöyle sesleniyordu:

«Sanayileşmekteki kısırlık ve iş dehasına uzaklık halimizi, yerli film diye ortaya attığımız her bakımdan pespaye eserlerin vücuda geliş şartları misallendirir.

Ham film… Dışarıdan gelir.

Alıcı, verici makineler… Dışarıdan gelir.

Lâboratuar malzemesi… Dışarıdan gelir.

Kimya unsurları… Dışarıdan gelir.

Senaryo… Ecnebî filmlerden aparılır.

Sanatkâr… Yabancı artistlere özenir.

Ve:

İşbu filmin sadece seyircisi yerlidir. O da tam değil…

Bu misali, bütün imal sahalarımızda ve yerli mal davamızda akametimizin sembolü olarak gösterebiliriz.

İlaç fabrikalarımız vardır; bize bu işte, tarifnamesi yine dışarıdan gelen unsurları, yine ve yine dışarıdan gelen hassas teraziler üzerinde tartıp bulamacını yapmak düşer. Unsurlardan herhangi biri gelmedi mi ilâç yoktur.»

Bu girizgâhın hemen bitişiğinde hatırlamamız gereken husus, yıllardır Recep Tayyip Erdoğan’ın iki stratejik sektör üzerinde önemle durması: Yerli ilaç ve silah sanayi. Biri görünen diğeri ise görünmeyen düşman için. Ayrıca buradaki yerellikten kastın, tabelada Türkçe isim olmasından çok öte olduğu da açık.

Mevzuumuzun genel çerçevesi “biyoterör” olduğu için yabancı ilaç firmalarının dünyadaki ve Türkiye’deki operasyonları üzerinde konseptimiz dışı detaylı duramayacağız lâkin birkaç satırbaşını da yeri gelmişken hemen aktarmakta fayda var. Zira Coca Cola’yı içmeyerek protesto edebiliriz lâkin envai türlü kanserden MS’e kadar birçok hastalıkta bu firmalara bir nevi muhtaç durumdayız. Diğer bir deyişle “multiple skleroz” olduğumuzda paşa paşa bu firmaların ilaçlarını kullanmaya mecburuz. Misal, dünyanın en büyük jenerik ilaç firması TEVA Pharmaceutical yıllardır Türkiye’de de faaldir. Bu İsrailli firmanın, ABD ayağının -ABD’deki en büyük siyonist lobi olan- AIPAC ile yakın ilişkileri olduğu da herkesçe bilinen bir şey.

Bir başka örnek olarak da Sandoz’u hatırlatmak isteriz. Yine yıllardır Türkiye’de faaliyet gösteren bu firmanın geçmişi ise son derece ilginçtir. CIA’in kitleleri yönlendirmek için 1950’lerde başlattığı MKULTRA projesi kapsamında kullanılan LSD isimli sentetik uyuşturucuyu üreten firmadır. CIA’in MKULTRA’sından önce ise 1951 yılında Sovyetler Birliği’nin zihin kontrol çalışmalarında kullanılmak üzere Sandoz firmasından yaklaşık 50 milyon doz LSD satın aldığı ilgili raporlarda mevcuttur.

Son olarak, -her şey gibi bu da unutuldu gitti ama- 2004 yılında patlayan “Roche skandalı”nı hatırlatmakta fayda var. Firma yetkilileri ile bazı bürokratların, devlete yüksek fiyatla ilaç satarak, yaklaşık 8 milyon TL zarara uğrattığı iddia edilmiş, İstanbul Başsavcılığı, aralarında Roche yöneticileri ve üst düzey bürokratların da bulunduğu 18 kişi hakkında dava açmıştı. 2006 yılında görülmeye başlayan ve o dönemde “ilaçta çete” davası olarak medyaya yansıyan mahkeme sonucunda ne oldu peki? Nisan 2013’te, Roche’un eski genel müdürü de dahil, 7 sanık beraat etti, 11 sanık ise zaman aşımıyla kurtuldu.

İki sayfalık bir hacimde tüm detayları aktarmamız mümkün olmasa da, buraya kadar yazdıklarımıza nisbetle, terkibî hükümler hâlinde ve çok da teknik ifadelere girmeden elimizden geldiğince aktarmaya devam edelim.

Kültür emperyalizmi (Brezinski’nin ifadesiyle “kültürel çekicilik” de diyebiliriz) nasıl ki “küresel şeytan imparatorluğu” kurmak için gizli bir silahsa, “biyolojik terör” de aynı merkeze, “derin dünya imparatorluğu”na hizmet eden önemli bir güç. (Elbette bazı silahların bumerang etkisi yapabileceği ve fırlatana geri dönebileceği de söz konusu.)

Kamustaki tarifi bir yana, günümüzde “terör”ün karşılığı (dünyada genel algılanışı) şu an için IŞİD düzeyinde olsa da, “biyolojik terör” dediğimiz hadise, giyotinci Fransız jakobenlerine sempati hissettirecek cinsten. Zira ortada görünmeyen bir düşman var. Ve öylesine bir bilgi kirliliği içerisindeyiz ki, silahı yapanı ve kurşunu sıkanı kısmen bilsek de, nerede kime sıktığını ve bu kurşunun tam olarak içeriğini bilemiyoruz. Evet, tanımadığımız bir düşmanla karşı karşıyayız.

Öldürücü hastalık yayan virüs ve bakterilerin laboratuvar ortamında üretilip kullanılmasıyla, insanlara zarar vermeyi hedefleyen her türlü madde biyolojik silah olarak tanımlanıyor. Ve bu tanıma -ortak kanaate göre- biyolojik olarak türetilmiş zehirler de giriyor.

Her ne kadar laboratuvar ortamında üretilmemiş olsa da, tarihteki ilk biyolojik saldırının Cengiz Han’ın soyundan gelen Cani Bey tarafından yapıldığı iddia ediliyor. Cani Bey, vebadan ölen askerlerini, ele geçirmek istediği şehirlere mancınıklarla atarak bilinen ilk biyolojik silahı kullanmış sayılıyor. Ayrıca vebalı fareleri kalelerin içine bıraktırdığı da rivayetler arasında.

Dünya tarihine geçmiş bir diğer biyolojik silah kullanımı ise, İngilizlerin Amerikan yerlilerine verdiği battaniyelerle gerçekleşir. Bu battaniyeler çiçek hastalığı taşır ve Yeni Kıta’nın insanlarının bağışıklık sistemleri böyle bir hastalıkla mücadele edebilecek çapta değildir.

Kamustaki tarifi bir yana, günümüzde “terör”ün karşılığı (dünyada genel algılanışı) şu an için IŞİD düzeyinde olsa da, “biyolojik terör” dediğimiz hadise, giyotinci Fransız jakobenlerine sempati hissettirecek cinsten. Zira ortada görünmeyen bir düşman var.

Bundan sonrası ise bu kadar masum (!) değil. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan itibaren gelişen teknoloji-laboratuvar şartlarında birçok biyolojik silah üretildi. Ruslar, Almanlar, Japonlar, İngiliz ve Amerikalılar gözlerini kırpmadan bu silahları kullandı.

Temel amaç, “dünya hâkimiyetlerini” güvence altına almak isteyen elitist bir yapının, küresel imparatorlukları için -keyfiyet planında- zihin ve kalp kontrolü yanında, aynı zamanda -kemiyet planında- nüfusu kontrol arzuları. Bu bazen savaşlar çıkarıp doğrudan gerçekleştirilebildiği gibi, bazen de kısırlaştırıcı ilaç-aşı-gıda ve salgın hastalıklar yayarak dolaylı olarak da gerçekleştirildi. Hatta bu yollarla da farklı gelir kalemlerine, büyük kârlara da kapı açıldı.

1970’lerde bu kontrol politikalarının başında ABD’nin meşhur dışişleri bakanı, Yahudi Henry Kissinger vardı, elbet en büyük destekçisi de Rockefeller ailesiydi.

Günümüzde ise CIA’in 2030 nüfus politikaları ve 2050 perspektif raporu malum. Hatta yeni evli çiftlerin % 5’inin çocuk sahibi olabilecek seviyeye çekilmesi, daha doğrusu biyolojik ve genetik yapılarıyla oynanması. Ve tüm dünyada oluşturulmaya çalışılan korku iklimi... AIDS’in ABD kaynaklı bir laboratuvar virüsü olduğu artık açıklık kazanmışken, dün “kuş gribi”, “domuz gribi” bugün ise EBOLA!..

Sahi ne olmuştu kuş gribinin sonunda?.. Roche firması sipariş üzerine sipariş almıştı. Niçin? Kuş gribinde tüm dünyada yoğun olarak kullanılan, ABD’de kullanılması yönünde hakkında genelge hazırlanan, kuş gribi virüsünün öldürücü H5N1 türüne şifa “Tamiflu” isimli bir ilaçtaydı ve bu ilacın tek üretim lisansı da Roche’taydı. Peki bu ilacın patent hakkını göze batmamak için Roche’a kim vermişti? Kaliforniya’daki biyoteknoloji laboratuvarında ilacı geliştiren “Gilead Bilim.” Ve bu hususta son bir not: Dönemin ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Başkan Bush ile omuz omuza çalışmaya başlamadan önce, 1997 yılında hangi şirketin yönetim kurulu başkanıydı? Tahmin etmek zor değil elbet, “Gilead Bilim”in!..

Aslında hep aynı hikâye... Dün (ilk önce Kızılderililerin üzerinde New Mexico’da 1990’larda denenen) SARS ve Çin, bugün EBOLA ve Afrika... Hedef yine aynı... Sömürebildiği kadar sömürmek ki yıllardır bunu yaptılar, sonrasında da Afrika’yı insansızlaştırmak. Yoksa beş yıllık testler yapılmadan, aşıları hemen nasıl piyasaya sürüyorlar? Ya daha önceden yapıldı bu testler, yahut birileri yine kobay oluyor. İşin ilginç tarafı Almanya ve Hollanda bu aşıları kabul etmiyor ama Suudi Arabistan’da, Kenya’da bu aşılar yapılıyor.

Lâkin artık oyunun sonuna gelinmiştir. Hem de en sona!.. Ve oyun biterken pusuda olan değil, şahı çeken tehlikededir.


GENÇ'ın Yazısı.