Venedik kimseyi hayal kırıklığına uğratmaz ama şehrin ruhunu hissetmek için turistlerin ayak izlerinden uzaklaşıp labirenti andıran sokaklarında kaybolmak gerekir. San Marco meydanında bir avuç yem aldım elime ve onlarca güvercin bir anda kondular avucuma. Son buğday tanesi kapılana kadar susmadı kanat sesleri.

Erkeklerin ipek ceketler, dantel fırfırlı gömlekler, dar taytlar giyip lüle lüle saçlarını omuzlarına döktüğü zamanlardı. Komedyenler karga burunlu maskelerin arkasında ağlarken çamaşırcı kadın prensin kollarında dans ediyordu. Katil, maskesinin ardına sakladı korkusunu. Şamanlar tanrılaştı. Tutankamon’un altın maskesi günahlarını örterken celladınki siyahtı.

Herkesin öyküsü yeniden yazıldı. Karnaval boyunca sınırlar silindi. Özgürleştiklerini sananlar köleleşti. Belki de Venedik’in kayıp ruhlarıydı maske arkasına saklananlar.

Gece Nostradamus’un kehanetleri kadar sisli, karanlık ve güvenilmez. Çınlayan sesleri duyuyorum. Rüzgârın hışırtısı, yağmurun düşüşü, sokak köpeklerinin hırlaması karışırken sislere. Maskesi düşmüş, kostümü kendine birkaç beden büyük gelen sarhoş bir kadın yalpalayarak geçti yanımdan. Karanlığa saklanmış kimsenin duyamadığı korkularımı arıyordum Venedik sokaklarında. Rialto Köprüsü’ndeki dükkânların tahta kepenkleri kapalı. Gondollar yan yana kanal boyunca dizilmiş, kürekçiler uykuda. Islak bir banka oturup meydanı seyrediyorum. Karanlığın içinde kaybolmuş sütunlar. Gündüz uçuşan yüzlerce güvercin uyuyor. Konstantinopolis’den çalınan dört bakır atın gözleri üstümde.

Bu yıl festivalin teması doğa. Sokakta dolaşan onlarca maskeliye rağmen Venediklilerin yüzü çıplak. Adanın gerçek sahipleri sanatçı. Biri ince ince büküp demiri işlerken diğeri porselen yüzleri boyuyor. Maskeler sıra sıra dizili tezgâha, turistler hikâyelerini dinlemeden renklerine bakıp satın aldığında, köşesi kırık olanı en arkaya sakladı satıcı çocuk. Sarışın kadın hoyratça geri bıraktı dükkânın en nadide parçasını. Şişman Amerikalının çarptığı renksiz maske sarsıldı, bir an durur gibi olsa da yere yuvarlanıp paramparça oldu. Sanatçı tek tek toplarken parçaları, kırmızı bir damla belirdi parke taşta.

Maske taksaydım eğer el değmemiş olanını seçerdim. Yüzüme değdiği an bana dönüşürdü. Saklayamazdım kendimi. Onlarcasını bile taksam üst üste değiştiremezlerdi beni parmaklarımla şekillendirirken maskeyi saçlarım yeniden boyardı onu…

Meydanda topuklu ayakkabısıyla salınan, kadife pelerinli asilzadeler vardı. Kabarık etekli, renkli tüy ve saten fırfırlar arasında kaybolmuş eşlerin kıyafetleri birbirini tamamlıyor elleri omuz hizasında buluşmuş, küstahça bakışlar atarak dolanıyorlardı. Eteklerinden tutan çocukları geçit töreninden sıkılıp seyredenlere dil çıkarıyor ve ceplerinden aldıkları çikolataları ısırıyorlardı.

Kocaman bir tiyatro kurulmuştu San Marco meydanına. Gösteri başladığında seyircilerin oyunculardan farkı yoktu. Bütün şehir bir oyuna katılmış, herkes kendi rolünü yazmıştı. Günün farklı saatlerinde, farklı yerlerde karnaval on beş gün sürdü. O gece Florin Cafe kapılarını sadece kostümlülere açtı.

Poseidon’un çocukları barbarlardan kaçıp lagünlerin üzerine kurmuşlardı bu şehri. Venedik hiç İtalyan olmadı, o denizcilerindi. Meyve dolu ağaçları, mis kokan kırları yok bu şehrin. Kanala bakan yüzleri süslü binalarıyla kandırıyor insanları. Oysa arka tarafları eskimiş, boyaları dökülmüş sarayların. Menteşeleri gevşeyen panjurlar her esintide daha derin bir iz bırakarak çarpıyor duvarlara. Bu keşmekeş içinde Contarini sarayının döne döne en üst kata ulaşan süslü merdivenleri göze çarpıyor. Efsaneye göre onun atla odasına kadar çıktığı yol gerçekte gizemli sırlarla dolu değil, sadece dükün karısından kaçış yolu.

Venedik, arya söyleyen gondolcuları, alçak taş köprüleri, sadece yayalara ait yolları ve karnavalıyla maskeler ülkesi. Değişik kostümlerin ardında dil, ırk, kıta hatta düşünce ayrılıklarının fark edilmediği rengârenk insan kalabalığı.

Kazanova’nın çocukluğunun geçtiği meydanda rahiplik yaptığı kilisenin önündeyim. Artık ne kıkırdayan genç kızlar, ne onları seyreden oğlan çocuğu, ne de yolları aydınlatan fenerler var. Yağmur dinip güneş ışıkları suya değdiğinde kanal gezintisine çıktım. Gondolcu hasır şapkasıyla ayakta kürek çekerek Rialto Köprüsü’ne kadar götürdü beni. Kızarmış kalamar, odun ateşinde pişen pizza ve taze kahve kokuyordu sokaklar. Eskiden rengârenk olan kayıklar veba salgınından beri simsiyah.

Venedik kimseyi hayal kırıklığına uğratmaz ama şehrin ruhunu hissetmek için turistlerin ayak izlerinden uzaklaşıp labirenti andıran sokaklarında kaybolmak gerekir. San Marco meydanında bir avuç yem aldım elime ve onlarca güvercin bir anda kondular avucuma. Son buğday tanesi kapılana kadar susmadı kanat sesleri.


Hande Berra'ın Yazısı.