Mart 2010 Yazı Atölyesi İkincisi

Hanife Polat Uzun

İlkokul birinci sınıfa başlamıştım. Annem sabahları biraz canımı acıtarak olsa da saçlarımı tarardı ve kuzenlerimle birlikte okula giderdim.

İlk zamanlar teneffüste bahçeye çıkmıyordum, korkuyordum. Büyük çocuklardan, beni düşürmelerinden korkuyordum. Okulumuz çok büyüktü ve kalabalıktı benim için. Zil çalsa ve ben eve gitsem diye beklerdim hep.

Eve gittiğimde çanta bir tarafta ben başka bir tarafta olurdum. Sonra babam gelirdi, kocaman babam gelirdi işten, yorgun argın... Ve beni çağırırdı, okulumun nasıl geçtiğini sorar, honçayı yere kurardı. “Hadi getir defterini kalemini” der, fiş dosyalarımı çıkartırdı. Benimle birlikte oturup bütün dersim bitmeden kalkmazdı. Bütün ödevlerimi kontrol eder bana sorular sorardı.

Birinci sınıftaki bütün ödevlerimi babamla birlikte yapmıştım. Evdeki öğretmenim de babam olmuştu, en sevdiğim öğretmenim...

Benim kocamam babam, hem her gün işe giderdi, hem de beni bıkıp usanmadan ders çalıştırırdı.

Ben çocukken babaların hafta sonu tatili olduğunu bilmezdim. Çünkü babam hafta sonları da çalışırdı. Bir tek cenaze olduğu zaman, bir de bayramlarda işe gitmezdi. Yazları da bana tatil kitabı alırdı. “Artık sen öğrencisin vaktini boşa geçirmemelisin” derdi.

Babamla ders çalıştığım o zamanlar, en çok dikkatimi çeken şey babamın elleriydi. Elleri sertti babamın, parmakları oldukça iriydi ve karaydı. Babamın elleri kollarından daha da karaydı. Okuldaki erkek öğretmenlere baktığım zaman onların parmakları inceydi ve elleri de yumuşak gözüküyordu. Peki, benim babamın elleri niye böyleydi, anlayamamıştım. Birkaç yıl sonra demek Allah babamı böyle yaratmış diye düşündüm...

Biraz daha büyüdükten sonra anladım ki, babamın elleri inşaatta çalıştığı için böyle sertti ve karaydı, parmakları ise kalın... Öğretmenlerimin elleri hep kalem tuttuğu için beyaz ve yumuşaktı.

Benim babam bizler okuyalım diye rahat bir hayat yaşayalım diye her gün inşaatta elinde keser-çivi, beton döküyor, demir bağlıyor. Yazın güneşten elleri kararıyor, kışın soğuktan elleri çatlıyor nasır tutuyor. Kendisinin sahip olamadığı imkânlara evlatları sahip olsun diye, hep daha fazla çalışan babam...

Babam yedi yaşındayken ölmüş babası. Altı kardeş yetim kalmışlar, yokluktan küçük yaşta verem olmuş babam. Bunu atlattıktan sonra ilkokula başlamış, zeki ve çalışkanmış da. İlkokulu dört senede bitirmiş, öğretmeni devlet parasız yatılı okuluna göndermek istemiş. Babaannem çok ağlamış, benim yavrumu yetim mektebine verecekler diye... Ve göndermemiş babamı.

Ama ben biliyorum ki okuyamamak hep içinde kalmış babamın. Biz aynı eksikliği hissetmeyelim diye benim babam, hiç yılmadan usanmadan çalışıyor inşaatta hâlâ daha da çalışıyor. Biz daha iyi imkânlara sahip olalım, iş olanaklarımız daha iyi olsun onun yaşadığı zorlukları bizler yaşamayalım diye yıllarca çalıştı çabaladı...

Ama bir gün geldi, tam emeklerimizin sonucunu göreceğimiz zaman, birileri kalkıp “Buraya kadar! Eğer bizim istediğimiz gibi olmazsan buradan öteye geçemezsin” diyor. Anne babaların yıllarca harcadıkları emekleri bir anda siliveriyorlar. Eğer onların istediği gibi olmazsan; senin başarını, çabalarını emeklerini heba ediyorlar. Elleri nasırlı babaları, evlatlarının üzerlerine titreyen anneleri görmüyorlar.

Çünkü onlar tutturmuşlar bir türküyü siyasi simge diye... Sırf inandıkları için, iman ettikleri için başlarını örten genç kızların olduğunu anlayamıyorlar. Anne babaların evlatlarının öz benliğini kaybetmeden okumalarını istemelerini algılayamıyorlar.

Peki, ben şimdi soruyorum size: Ben babama nasıl anlatacağım bu durumu? Ne diyeceğim! İnandığım Rabbimin istediği gibi bir hayat yaşamaya çabaladığım için, ötekileştirmeye çalışıyorlar mı diyeceğim? Daha on beş yaşındayken bir üniversite hocasının “Eğer böyle okumak istiyorsan git İran’da oku” dediğinde içimin nasıl acıdığını kime anlatacağım?


Metin Karabaşoğlu'ın Yazısı.