Bilgehan Eren

Büyük Doğu Mimarı 1978 yılına âit bir yazısında şöyle sesleniyordu:

«Dâvâ yolunda önceden ölmeyi bilmek, göze almak lâzım… Bu bilgi ve göze alış çok defa ölümden kurtulmanın tek çaresidir. Batı fikir dünyasının ilk vahdâniyetçi tefekkür kahramanı (Sokrat), Yunan mahkemesi huzurundaki duruşmasında ölmeyi o kadar bilmiş ve göze almıştı ki, kurtulmasına ramak kalmışken, ölümü biraz fazla davet etmesi yüzünden ona uğradı. Yoksa ayni metodla ölümden kurtulabilirdi.

(...)

Kim ve ne olursa olsun, üstün iman ve kanun yolundan başlarını bir ideale adayanlar, takip ettikleri geçit hiçbir tehlike göstermese bile selâmeti akamette ve fedâkarlıktan kaçınmakta değil, her ihtimali hesap ettikten sonra mutlaka ölmeyi bilmeye kadar varıcı bir ruh kıvamında aramadıkça iş yoktur.» [1]

Bunun bitişiğinde, -hatırlanırsa- Eylül yazımızı şu cümlelerle bitirmiştik:

«“Özgürlük” adına (ki bunun içinde cinsel bağımsızlık da vardır) özgürlük mücadelesi veren Winston, nihayetinde sisteme uygun bir vatandaş hâline getirilir. Eserin birinci bölümünde tuttuğu günlüğe; “Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.” notunu düşen Winston, hikâyenin sonunda Büyük Birader’in sadık bir kölesi, “parti”nin sarsılmaz bir hizmetkârı olur.

Winston’ın hikâyesinin bittiği yerde ise onların destanı başlar!..

Özgürlük için özgürlük mücadelesi veren Winston teslim olur; Hakk ve hakikat adına canını pazara çıkaran Arslan Yakup Yılmaz!..

Nasip olursa önümüzdeki sayılara...» [2]

Evet, şimdi zamanı geldi... Arslan Yakup Yılmaz!.. Bu terkibi daha açık hecelersek; Sebahattin Arslan, Yakup Köse ve Yılmaz Dalyan... Şahsî gündemimize girmelerinin vesilesi ise yazmış oldukları kitapları Orwell’in 1984’ünün arkasından peş peşe okumamız. Vesileyi kaim tutarak şunu da itiraf etmek isteriz ki, has isimleri bir tarafa, onları mevzubahis etmememizin aslî bir sebebi de eserlerini (hayatlarını) etüt ettiğimiz zaman tam da Büyük Doğu Mimarı’nın -üst satırlarda- işaret ettiği ruh tohumunu taşımaları, adamlığın bile neredeyse soyunun tükendiği bir çağda, numunelik teşkil edecek omurgalı duruşları ve dava adamlıkları...

Hayat Kime Güzel?

Grup Yorum’un yapımcılığını üstlendiği, hapishanelerdeki tecrit zulmünü anlatan “F Tipi Film”inde, açlık grevlerinden dolayı cezaevini ziyarete gelen İnsan Hakları Komisyonu ile Fırat Tanış’ın oynadığı “Muharrem Karademir” karakteri arasında şöyle bir diyalog geçer:

Komisyondakiler sorar:

- Kendini öldürmeye değer mi?

Muharrem cevap verir:

- Siz benim kendimi öldürmeye çalıştığımı mı zannediyorsunuz?

Komisyon:

- Şimdi açlık da bir nevi insanın...

Muharrem hemen söze girer:

- Yanlış biliyorsunuz!.. Ben kendimi öldürmeye çalışmıyorum. Ben bu hapishaneler var olduğu sürece bu hücrelerde işkence gören insanların kurtulması için çalışıyorum. Budur!..

İşte bu Muharrem Karademir, Sebahattin Arslan’ın Kandıra F Tipi’nde yan hücredeki arkadaşıdır. Muharrem, Sebahattin’in F Tipi’ne girdiği ilk gün, pet şişelerle -duvarların üzerinden atarak- çay ikram eder. Sonraki günler ise düzenli olarak sigara ve gazetelerini paylaşır. Sebahattin ise onun sol bir davadan mahkûm olduğundan ilk günler habersiz «Allah razı olsun kardeş; Allah senin gibi Müslümanların eksikliğini göstermesin[3] minvalinde şükran cümleleri» kurar. Sahi, o esnada ihaleci-liberal-parsacı-arsacı hâsılı paranın köpeği olmuş Müslümanlar (!) (ki bu ifade de Sebahattin Arslan’a aittir) [4] Sebahattin için ne yapar?

İşte Sebahattin Arslan 2015 yılında “Bitmeyen 28 Şubat” alt başlığıyla yayımladığı “Hayat Size Güzel” isimli kitabında bu keyfiyetten yola çıkarak kendisine has üslubuyla anlatmaya çalışıyor içinde bulunduğu dünyayı. Anlatmaya çalışıyor diyoruz çünkü daha kitabın başında kendisi de ne denli zor bir işe el attığının farkında. «İnsanların beynini açmak için, kelimelerden çok matkaba ihtiyaç var artık» [5] diyerek, hız ve haz çağında sözün de kıymetinin-tesirinin kalmadığını biliyor. Shakespeare; “Bütün savaşım seninle sahte gürültü” diyordu. İşte Sebahattin Arslan da, “hayat size güzel” diyerek, ruhumuzu iğdiş eden o sahte gürültüyü, hakikat naralarıyla susturmaya ve bizi içinde bulunduğumuz zihnî ve kalbî kakofoniden ulvi senfoniye davet ediyor.

Kalebend -Siccîn Defterleri-

1984’ün Winston’ı ile 28 Şubat’ın Arslan Yakup Yılmaz’ı arasında -keyfiyet ölçeğiyle- deniz seviyesinden Himalayalar’a kadar fark var. Lâkin ilginç kemiyet ortaklıkları da var. Bunlardan biri günlük tutmaları. Winston’ın güncesi bir tarafa, şimdi yeri gelmişken biz Yılmaz Dalyan’ın günlüğüne doğru birkaç satır açalım.

Kalebend; kale surları dışına çıkması yasaklanmış, kaleye hapsedilmiş mahkûm.

Peki “Siccîn Defterleri” ne demek? Yazarından aktaralım:

«Siccîn; Arapça’da hapishane demektir. Kıyametten sonra Cehennemin ta kendisidir. Siccîn defterleri ise meleklerin elinde olan Cehennem ehli insanların isim listesinin bulunduğu Kur’ân’ın deyimiyle kodlanmış kitaplardır. “Siccîn defterlerini” hapishane notları anlamında kullandım. Malûm, “Dünya mümin’in Cehennemidir.”» [6]

“Kalebend -Siccîn Defterleri-” bize ilk elde Bilge Aliya’nın “Özgürlüğe Kaçışım -Zindandan Notlar-” isimli eserini hatırlattı. Tıpkı onun gibi, bir taraftan cezaevinden levhalar sunarken, diğer taraftan da ciddi meselelere el atıyor. Kitabında, «Yazar seçtiği konularla o meselelere saygı gösterip onları onurlandırır» [7] diyen Nietzsche’den iktibas yapan Yılmaz Dalyan da zaten tam olarak bunu yapıyor. Eserin bazı bölümleri, bir mahkûmun mahpushane notları gibi değil de, adeta bir akademisyenin evinde tuttuğu bir günlük gibi. Yazarın kitabın sonunda yer verdiği bir paragraf da bu tespitimizi destekler mahiyette:

«Okuduğunuz notlar, uzun süren hapishane maceramda ara ara tuttuğum günlüklerim ve deneme tarzı yazılarımdan önemine binaen seçilmiş, birbirinden kopuk meseleler olmakla birlikte bir kitap bütünlüğü içinde ele alındığında bir siyasî tutsağın hapishane serencamını aksettiren, aynı zamanda yaşadığı çağın nabzını dinleyen, o çağa ve çağın insanlarına karşı sorumluluk duygusu hisseden genç, idealist milletini ve insanlığı çok seven ve onların mutluluğu için mütevazi bir şeyler yapmaya çalışmış, çilekeş bir hapishane kuşunun kaleminden çıkmıştır.» [8]

Bu noktada (belki yazmaya bile gerek yok ama) açıktır ki nerede Winston’ın maddî gerçekliklere dayalı şahsî cinsi özgürlük mücadelesi, nerede Yılmaz’ın yüksek bir ideale bağlı çilekeş diğerkamlığı...

Fikir Öfkesi’nin Mücessem Hâli

«Razı mısın, olmasın kaşı gözü simanın?

Hiçbir değeri yoktur, öfkesi yok imanın!» [9]

diyen Büyük Doğu Mimarı, “fikir öfkesi” ile ilgili şu kaydı da düşer:

«İnsan başını sıçan kafasından ayıran tek hassa… Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir!

(…)

Tek kelimeyle fikir öfkesi, kıymet hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı… Onsuz fikir, duvarda veya sandıkta, evde veya dükkânda, kalabalıkta veya tenhada, ikide bir ötmekten başka hikmeti olmayan aptal bir guguklu saattir.» [10]

İşte, “fikir (iman) öfkesi”nin mücessem hâli: Yakup Köse. 14 yaşındaki omuzlarıyla 28 Şubat darbesinin altına giren, secdeden başka hiçbir yerde başını eğmediği için, hakkında idam verilerek başı alınmak istenen, gördüğü envai çeşit zulüm ve işkenceye rağmen (Winston’ın Sevgi Bakanlığı’nda yaşadıkları Yakup’un yaşadıkları yanında devede kulak bile değildir), dava mevziini terketmeyen yiğit Anadolu çocuğu. İsmi kitlelerce bilinse de, 28 Şubat’ın sembol isimlerinden biri hâline gelse de, şahsî mücadelesi bir tarafa, en azından bir dönemi anlamak isteyenler, Yakup Köse’nin yakın tarihimize düştüğü önemli bir kanıt olan ve türlü etkileri hâlâ devam eden “Bir Çocuğun Gözünden 28 Şubat” isimli eserini mutlaka okumalıdır.

Zaten Yakup Köse de, içinde bulunduğu fiili durumu, «Bu yaşanıp bitmiş bir hikâye değil. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde dahi etkisini devam ettirdiğini sadece hukuksuz yargı kararlarının hâlâ yürürlükte olmasından bile anlayabileceğimiz, adına 28 Şubat dedikleri bir sürecin gölgesi altında devam eden bir hikâye» [11] diyerek kitabının başında vurguluyor.

Son olarak şu kaydı da düşelim, 1984’te her şey tepetaklaktır. Okyanusya’daki «Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığıdır» [12] esasında. Lâkin 1984’ün hiçbir zulmü, 28 Şubat ile kıyas kabul etmez. Yakup Köse ve arkadaşlarının yaşadıkları zulmün (hücrelerindeki Kur’ân’ların yere atılıp çiğnenmesinden tutun da daha neler ve neler) hem mânevî hem de maddî ölçüsü, 1984’ün Sevgi Bakanlığı’ndaki işkence ustası O’Brien’ın metotlarını bile mumla aratacak cinstendir. Kıyas ve hükmü, tefekkür ve vicdan ehline bırakarak, kısas zamanı ile ilgili, ilim şehrinin kapısı Hazret-i Ali Efendimiz ile sözü noktalayalım:

«Zâlime karşı adalet günü, mazlûma karşı zulüm gününden daha şiddetlidir.» [13]


Dipnotlar:

[1] Necib Fazıl, ÇERÇEVE 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1996, s. 296-297.

[2] S. Bilgehan Eren, “Manipülasyon, Propaganda ve Beyin Yıkıma”, GENÇ Dergisi, S. 108, (Eylül 2015), s. 49.

[3] Sebahattin Arslan, SIRADIŞI BİR 28 ŞUBAT HİKÂYESİ, Çarpıcı Kitap, İstanbul 2014, s. 130.

[4] Bkz. Sebahattin Arslan, HAYAT SİZE GÜZEL “Bitmeyen 28 Şubat”, Çarpıcı Kitap, İstanbul 2015, s. 86 ve devamı.

[5] Sebahattin Arslan, HAYAT SİZE GÜZEL, s. 7.

[6] Yılmaz Dalyan, KALEBEND “Siccîn Defterleri”, Kökler Derneği Yayınları, İstanbul 2014, s. 10.

[7] Yılmaz Dalyan, KALEBEND, s. 82.

[8] Yılmaz Dalyan, KALEBEND, s. 191.

[9] Necib Fazıl, ÖFKE ve HİCİV, 7. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2008, s. 139.

[10] Necib Fazıl, HÜCÛM ve POLEMİK, 2. Basım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1997, s. 43.

[11] Yakup Köse, BİR ÇOCUĞUN GÖZÜNDEN 28 ŞUBAT “Cezaevi Notları”, 2. Basım, Kökler Derneği Yayınları, İstanbul 2014, s. 7.

[12] George Orwell, BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT, Trc. Celâl Üster, 34. Basım, Can Yayınları, İstanbul 2012, s. 248.

[13] Hazret-i Ali, NEHCÜ’L BELÂĞA, Der. eş-Şerif er-Radi, Trc. Prof. Dr. Adnan Demircan, Beyan Yayınları, İstanbul 2006, s. 375.


GENÇ'ın Yazısı.