Terbiye, insana fıtratında olmayan bir şeyi kazandıramaz. Takvâ ve fücur, yani iyilik ve kötülük temâyülleri insanda fıtrî olarak mevcuttur. Asıl mârifet, fıtrattaki menfî temâyülleri körelterek müsbet meziyetleri inkişâf ettirebilmektir.

Şeyh Sâdî şöyle der:

“Âmâ olan bir kimsenin gözü, sürme ile açılamaz. Bütün doktorlar bir araya gelse, zakkumdan bal yapamazlar. Aynadan pas çıkarılabilir ama taştan ayna yapılamaz. Yine, çalışmakla söğüt ağacının dalında gül bitmez.”

İnsanlık tarihi göstermektedir ki; kavimler ve milletler, peygamberlerinin dâvetine icâbet ederek, istikâmetlerini Hakk’ın rızâsına çevirdiklerinde, dünyada da âhirette de Cennet huzuruna nâil oldular. Peygamberlere kulak ve gönül vermeyenler ise her iki cihanda da bedbaht oldular. Karanlık, çirkin ve elem verici bir âkıbete dûçâr oldular.

Osmanlı medeniyetinin âbide şahsiyetler yetiştirmesi aslâ tesâdüf değildir. Zira ecdâdımızda mâneviyat ve rûhâniyetle dolu bir terbiye anlayışı vardı.

Bu öyle bir tahsil ve terbiye idi ki; Sultâna “Pâdişâhım çok yaşa!” diye duâlar edilir, fakat aynı zamanda gurura kapılmaması için de her cumâ selamlığında askerler tarafından kendisine; “Mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allah var!” diye nidâ edilirdi. Hattâ fânîlik ve kulluk şuurunun bu sûretle hatırlatılması, Osmanlı’da resmî bir usûl hâline getirilmiştir.

Câfer-i Sâdık Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“–Babam beni üç şeyle terbiye etti. Bana dedi ki:

«–Oğlum! Kötü arkadaşla beraber olan, selâmette olmaz.

–Kötü yerlere girip çıkan, töhmet altında kalır.

–Diline sahip olmayan, pişman olur!»”

Muhabbet ve edep olmadan mânen seviye katedebilmek mümkün değildir. Aksi hâlde ibadet, muâmelât ve ahlâktan geriye, kuru bir dâvâ ve faydasız bir yorgunluk kalır. Ne îmânın, ne ibadetlerin, ne de hizmetlerin tadına varılabilir. Bu hakîkate işaretle Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“Aklım kalbime sordu:

«–Din nedir?»

Kalbim de aklımın kulağına eğildi ve fısıldayarak:

«–Din, edepten ibârettir!» dedi.”

Ebû Bekir Verrâk Hazretleri şöyle der:

“Edep, konuştuğun zaman dilini korumak, yalnız kaldığın zaman kalbini korumak, dışarıya çıktığın zaman gözünü korumak, yediğin zaman boğazını korumak, uzattığın zaman elini korumak, yürüdüğün zaman ayağını korumak ve bütün işlerinde vaktini korumaktır. Kim âzâlarını korumaz ve vaktini zâyî ederse, onun uzuvları edepsizliğe gider. Kim vaktini değerlendirirse, Allah onun vakitlerini ve uzuvlarını korur.”

Mü’min, kulluk için yaratıldığının idrâki içinde, dâimâ Rabbine hamd, şükür ve zikir hâlinde olacak. Lâkin gecesini gündüzünü ibadet ve tâat üzere de geçirse, aslâ kendisine ihsân edilen nîmetlerin şükrünü gerçek mânâsıyla edâ ettiği zannına kapılmayacak.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu beyanları, insanın bu hususta taşıması gereken gönül hassâsiyetini ne güzel ifâde etmektedir:

“Ey Rabbim! Sana hakkıyla hamd ü senâda aslâ bulunamam! Zâten böyle bir şeyi iddiâ etmek, ölüm kokusunu alan bir kişi için ahmaklıktır.

Vallâhi bana ebedî bir hayat verilse ve benim Allâh’a hamd ü senâ etmekten başka bir işim olmasa;

Vücudumdaki her kıla, binlerce lisan konuşabilen iki bin dil verilse; Kalbime vesvese vererek beni meşgul etmemeleri için nefs ile şeytan benden uzaklaştırılsa;

Ben de bütün varlığımla hiç ara vermeden ömrümü O’nun hamd ü senâsına sarf etsem;

Bütün bu yaptıklarımla bir tek nîmetin bile hamdini îfâ edemem! Nerede kaldı ki tek tek veya tamamıyla bütün nîmetlerine şükredebileyim… Zira şükretmek de ayrı bir nîmettir!”

Peygamber Efendimiz hayatının her safhasını ve her ânını Cenâb-ı Hak ile beraberlik şuuruyla geçirdiği hâlde, O’nun kendisine ihsan ettiği nîmetler karşısında dâimâ azciyet içerisinde olduğunu ifâde etmiş ve: «Yâ Rabbî, Sen’i gereği gibi ve lâyık olduğun veçhile tanıyamadım... Sana hakkıyla kulluk yapamadım…» (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 520) diyerek ilticâ ve tazarrûda bulunmuştur.

Ashâbı ile bir arada oturduğu bir gün de Rasûlullah Efendimiz:

“–Orta yolu tutunuz, dosdoğru olunuz. Biliniz ki, hiçbiriniz ameli sâyesinde kurtuluşa eremez.” buyurmuşlardı. Yanındakiler:

“–Siz de mi kurtulamazsınız, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye hayretle sordular. Efendimiz:

“–(Evet) ben de kurtulamam. Ancak Allah rahmet ve keremi ile beni bağışlamış olursa, o başka!” cevâbını verdi. (Müslim, Münâfikîn 76, 78)

Dünyevî isteklerimiz bitmek-tükenmek bilmez. Sahip olduğumuz her şeyi kendimizin tabiî hakkı zannederiz. Bizden bir fedakârlık istenince, kendi mülkümüzden isteniyormuş gibi tavrımız değişir. Hâlbuki mülk Allâh’ındır ve Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Sakın yetime kahretme (ve onu ezme)! Fakiri de reddetme (yani el açıp istemek mecbûriyetinde kalan yoksulu azarlayıp boş çevirme)!” (ed-Duhâ, 9-10)

Hiç şüphesiz ki ölüm, başlara çökecek en çetin istikbal endişesidir. Beşer tefekkürü ile kavranmasına imkân bulunmayan bu istikbal düğümünü çözebilmek ise, nefs engelini aşıp, vahyin sesine kulak vererek, peygamberlerin ve evliyâullâhın gönül ikliminden, onların aşk, vecd ve istiğrâkından nasip ve feyz alabilmekle mümkündür…

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

"Ne zamana kadar dünyanın peşinde koşacaksın? Bil ki şu dünya gömleği, bir gün sana kefen olacaktır.”

“Ey sâlik! Mûsâ da Firavun da senin varlığında mevcuttur. Bu iki hasmı kendinde araman gerekir. Vahyin ışığında aydınlan ki, sendeki Mûsâ, sendeki Firavun’a gâlip gelsin!..”

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Akıllı kimse, nefsinin hevâ ve hevesine uymayan ve ölümden sonrası için hazırlık yapandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Dünyanın hiçbir köşesi iptilâsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş, huzur ve rahat yoktur.”

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde, Hazret-i Lokman u’ın, oğluna şu tavsiyelerde bulunduğunu bildirir:

“Yavrucuğum! Âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Zira Allah Teâlâ, bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalplere hayat bahşeder.” (Heysemî, I, 125)

Kulu Cenâb-ı Hakk’a vâsıl edecek vesîleler, nefeslerin sayısı kadar çoktur. Mühim olan, Hakk’a vuslat arayışı içinde yaşamaktır. Bilhassa nazargâh-ı ilâhî olan muzdarip gönülleri dertlerinden kurtarmak, Hakk’ın rızâsına ulaşmanın en güzel yollarından biridir.

Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Dünyayı elde etmek, bir hüner ve mârifet değildir. Asıl hüner ve mârifet, gönül elde etmektir.”

İlâhî hakîkatler ışığında kendine bir istikâmet verebilmek, rûhunda bir cevher olanların kârıdır. Gökten âb-ı hayat yağsa, rûhâniyet mahrumlarına bir damla bile nasîb olmaz. Tıpkı sert bir kayanın, üzerine düşen yağmur damlalarından istifâde edemeyişi gibi…

Rabbimiz gönüllerimizi kendi rızâsı üzere istikâmetlendirsin. Bizleri nefsin ve şeytanın vesveselerinden muhâfaza buyursun.

Âmîn!..


Osman Nuri Topbaş'ın Yazısı.