Merhaba arkadaşlar, köşemiz bir hayli tepki almaya başladı, bizi acımasızlıkla suçlayanlar bile var ama durun! Daha yeni başlıyoruz. Eleştirilerimizde dozajı normalleştirmeye başlamadık daha.

Fatma Tuba Dönmez, Şule Yüksel Gökyar, Ruveyda Rumeysa Tüzün, Ömer Şarlak, Nurbanu Akay, Mustafa Akif Ekşi, Murat Sözer, Hamza Doğan, R.Betül Çetin, Esma Mutluel, Adnan Dizer, Peyami Sami, Hatice Çelik, Neslihan Özyaşar, Melike Metiner, Ahmet Başer, Saliha Şeker, Buket Açıkgöz, Ferdi Dursun, Beyza Engin, Yılmaz Yılmaz, Zehra Güven bu sayı bize ürün gönderen okurlarımız. Bir kaç okuyucumuz daha var ama onları biraz fazla eleştireceğimiz için isimlerini zikretmeyelim.

Başlayalım haşlamaya!

“yetim kızlar kirletiliyor, günahsız çocuklar demir yığınları altında eziliyordu! İslam’ın el değmemiş mahremine el uzatılıyordu! firavun zihniyeti her zamankinden daha azgın şekilde firavniyetini sürdürüyordu! mustazaflar hiç olmadığı kadar mustazaf, firavunlar hiç olmadığı kadar firavundu! kandan ve gözyaşından nehirler tüm İslam coğrafyasını kaplıyor ve milyonları içine alan azgın bir tufan oluyordu! anaların ahı arş-ı alayı titretiyor, cebrail ağlıyor, mikail ağlıyor, israfil ağlıyor, azrail ağlıyor, azazil bile... evet o bile utanıyordu... yüzünü saklıyordu... mazlumlar hiç görülmedik, bilinmedik acıları sinelerine çekiyorlardı melekler her dem lanet okuyordu o zalimlere.. ”

Adnan Dizer yukarıdaki metni kaleme almış. Bilinç olarak takdir ettim ama şiir olarak biraz daha çaba ve işçilik gerektiriyor. Bir miktar Dursun Ali Erzincanlı tarzını çağrıştırıyor metni. Biliyoruz ki, Dursun Ali Erzincanlı iyi bir insan olmakla beraber şiir için iyi bir adres değildir! Hissiyatımızın sahih bir hissiyat olması güzeldir ama şiir sadece hissiyat ve bilinç değildir!

Buket Açıkgöz bahaneler üzerine yazmış. Girişi gayet iyi ama sonra zayıflamış gibi:

Hayatta en korktuğum kişiyle baş başaydım.Yalnız ben vardım.Ne başarısızlıklarıma bulabileceğim bahanelerim vardı ne de bu bahanelere inanacak birisi..Her şeyi en iyi bilen kişiyleydim..Kendimleydim..!” diyor.

Yalnızlığı yazmak kolay değildir

Esma Mutluel yalnızlık üzerine yazmış. Yalnızlık da tuzak bir konudur arkadaşlar. Onu iyi yazmak kolay değildir. Şehid Ali Şeriati’nin Kevir ve Yalnızlık Sözleri isimli kitaplarını yalnızlıktan kendini alamayan arkadaşlara öneririm.

Gayrı Safi Milli Ahlaki Değerleri küçümseme!

Ferdi Dursun biraz vaaz verir gibi başlamış. İnşallah gelecek sayıya yerimiz olursa bu vaaz verme ile yazı yazmanın farkından bahsetmeye çalışayım. Şimdiden ricam, lütfen yazı gönderen arkadaşlar vaaz tarzı yazılar yollamasınlar. Vallahi yeterince vaaz dinliyorum, bir de bir sürü vaaz tarzı yazı okumak zorunda kalmayayım!

“Ne günlere geldik ya Rabbi?

Kimbilir bundan sonra da ne günlere kalacağız?!.

Tv programlarındaki seviyesizliklere dikkat ettiniz mi?

Hadi magazin programlarından geçtik. Peki ya genel izleyici kitlesine uygundur amblemi altında yayınlan o sinemalar, diziler, yarışmalar filmler de ne öyle?”

Ama Ferdi Dursun’a haksızlık etmeyelim. İlginç kullanımları da var: “Bence bu tür gayri safi milli ahlaki değerleri küçümseyen yayınları izleyenlerin toplumdaki bu gayri safi milli ahlaki yozlaşmadan şikayet etmeye hakları yoktur.

Yine de şikayet eden varsa onlara şöyle söylemek istiyorum; Sayenizde!”

Özgünlük şart!

Hamza Doğan’ın şiiri klasik ifadeler barındırıyor. Ve şiirden çok düz anlatım gibi. Bu da bir şiir için kusur olabiliyor çoğu zaman. Tabii bir de özgünlük olsa şiirinde iyi olurdu.

Murat Sözer’in şiiri iyi, üslup iyi fakat yazının sonunu problemli buldum.

Bildik şeylerle şiirin başı hoş mudur?!

Mustafa Akif Ekşi’nin şiiri çok tekdüze bir anlatım, şiirsel değil; şiir de değil! Fazla şey anlatıyor. Bildik şeyleri bildik şekilde anlatıyor. Bu şiiri öldüren bir şey! Oysa bildik şeyleri bilmedik şekilde anlatmak daha iyi bir yoldur.

önce ruhumuz asıldı

sonra birbir çekildi tırnaklarımız

ebediyeti sunan nehirlerde boğulduk bir bir

kırmızıya döndü gök yüzü

ve beşeri saadet

iflası kimliklerimzin...

sonra kir olduk birolamadık

vardık ertesinde varolamadık

çektiğimizde pimini çağ denen bombanın

patladı sevdalarımız

koptu gül tutan ellerimiz”

Yalnızlık psikolojisinin dışında bir şey söylemek lazım!

“Oysa ne kadarda eski diyorum yaşananlar; seksen yaşındaki dedenin nasırlı ellerinde de var aynı anlam, aynada gördüklerimde de. Ben koşarken nefes nefeseyim, o çıktığı iki merdiven basamağında.

Küçük çakıl taşlarını fırlatıyorum denize, suyun dibinde göremediğim balıkların telaşını burada yaşıyorum ben de. Elimi daldırıyorum suya, izi çıkıyor denizde. Kimse fark etmiyor, deniz susuyor.”

Nurbanu Akay’ın anlatımında bir ümit ışığı görüyorum. O da yalnızlık psikolojisi ile kaleme alınan konuların dışında bir şeyler yazsa gayet iyi şeyler yazacak bence.

Nurettin Topçu okumak iyidir!

“İnsanın haleti ruhiyesini bir çift kömür karası göz anlatırmış... Bir tutam simsiyah saç ve kocaman bir yürek. Titrek ellerle omuzlanırmış demek ki hayat denen yük. Omuzlanırmış omuzlanmasına ama... Ağır gelirmiş Eşref-i mahlukata... Ezilirmiş maneviyatının altında. Ezilir, büzülür sonra ulaşılırmış insanlık mayasına,aşık sıfatına...”

Ruveyda Rumeysa Tüzün’e de biraz Nureddin Topçu okumayı önersem buna imkan bulabilir mi acaba?! İnşallah bulur! Büyük meseleleri çok iyi yazmak gerekir. Bunun için de iyi yazmış kalemleri okumak lazım. Topçu Merhum da onlardan biridir.

Biz var ya biz!

Şule Yüksel Gökyar’a şunu söylemek isterim. “Biz”li cümlelerle özgünlüğü, canlılığı sürdürebilmek kolay değildir. Bizli cümlelerde sembolik anlatımlar altın oranını yitirdiğinde anlatım bize artık cazip gelmez bir hale dönüşür.

“Noktasını koymadığımız cümleler var daha… Anlamları günü saran gece gibi uzun. Söyleyecek çok şeyi var dilimizin. Söylenecek kelimelerimiz var, yüreklerde gizli tutulmuş. Suskunlukların, sukutların, sessiz akan gözyaşlarının kelimeleridir dilimize konanlar. Noktayı atıp kelimelerin sonundan, bitirmeliyiz içimizden gelenleri. Biz sevgiyi anlatmalıyız sönmüş kalplere, dilimiz doğruluğun eşsiz hazzıyla dönmeli yalana boyanmış sözlerin karşısında. Yüreğimizde biriktirdiklerimizi sarıp kalemin ucuna, noktaları dilimizin dönmediği yere saklamalıyız ve anlatmalıyız yaşamın sırlarını hece…”

Yeni Şafak’a göndermeniz daha iyi olur!

İsmi bizde saklı bir okurumuz şöyle cümlelerle uzayıp giden bir yazı yazmış:

“Sensizlik; herşeyin son bulması demek gibi bir şey, sensizliği, güneşin batışına benzetiyorum bazen, güneş batınca akşam saatlerinde nasıl karanlık kaplıyorsa şehri sen yokken benim hayallerime, senle beraber olan umutlarıma, içinde sen olduğun hayatıma karanlık çöküyor, sanki kıyamet koparcasına, sensizliği, bir yıldız kaymasına benzetiyorum bazen umutları ve hayat ışığımın yavaş yavaş yok olduğunu hissediyorum sen olmayınca yanımda o yumuşacık sıcak ellerinle tutmayınca ellerimi, o ay gibi güzel yüzün ve dünya tatlısı gözlerinde bakmayınca bana…”

Böyle gidiyor işte yazı.. El yüz, gözde kalmıyor, devam ediyor ama ben burasında keseyim en iyisi. Bence arkadaşımız bu yazıyı Yeni Şafak gazetesine göndermeli. 14 Şubat sevgililer günü geçmiş olsa da Pazar ekinde değerlendirilebilir diye düşünüyorum.

Aşağıdaki şiire de aynı adresi öneriyorum:

“Gördüğüm en güzel rüya senin olduğun,

Duyduğum en derin sevgi senin eserin,

Gördüğüm en güzel dünya senin gözlerin

Ve kurduğum en güzel hayal sensin.”

Kasabınız satırı eline aldı, doğruyor şiirleri!

Aşağıdaki dizelere (aslında satır diyeceğim, her şeyi satır zannediyorsun, kasap mısın diyecekler diye vazgeçiyorum! ) şiir diyebilmek için hangi özelliklerimizi kaybetmeliyiz sizce? Mesela hiç şiir okumamış olmak mı gerekir? Üslup denilen bahsi tamamen yok etmek mi gerekir? Ne yapmalı ki böyle yazılan şeylere şiir demeliyiz?! Bu metni kaleme alan arkadaş kızmasın, çok da kırılmasın ama şiir bu değil! Böylesi bir metni düzyazı olarak kaleme alıp gönderseniz açıkçası bu kadar yüklenmezdim ama ‘işte yine bol bol karşılaştığımız kötü yazı örneklerinden biri’ der geçerdim.

“Yüreğin hiç hıçkırıklarla ağladı mı?

Gözlerinin yardıma koştuğu anlarda bile susturamadığı...

Sımsıcak bir sevgi bulutunda,

Ağlarken akıttığın her damlanın,

Bulutlardan süzülerek yağmur olduğunu gördün mü?

Ürperti dolu bakışlarını bir akşamüstü esintisine yükleyip,

Tekrar geri dönüp kollarını sarıp üşüdüğünü hissettin mi?”

Melike Metiner Ah Zeyl yazısında olsun, diğer yazılarında olsun farklı, zengin bir kaleme sahip olduğunu hissettiriyor. Değerli okurumuz yalnızlıktan farklı yazma konuları kaleme almayı denerse kalemini daha da çok seveceğini tahmin ediyorum. Yeni yazılarını bekliyorum.

Şiir bir bütündür, bölünemez!

Beyza Engin, Neslihan Özyaşar, Hatice Çelik şiire devam etmeli ama okumaya. Şiir yazan arkadaşlara iyi şiirler okumalarını öneriyorum. İyi şiiri okumak demek şiiri günümüz şiiri, klasik şiir, hece şiiri, 2. yeni şiiri, serbest şiir diye ayırmamak demektir.

Dünyadaki şiirin zaman ve mekan olarak farkında olmak demektir!

Fuzuli’yi de, Rilke’yi de, Cahit Zarifoğlu’nu da, Murat Güzel’i de, Salih Baba’yı da, Necip Fazıl’ı da, Seyrani’yi de, Dadaloğlu’nu da, Hataî’yi de sevebilmek demektir. Bugün yayında olan bazı kötü edebiyat dergilerinin yöneticileri bile bunun farkında değildir, bunu görebilmiş değildir. Seküler zihniyeti sanatta da, şiirde de benimsemek sağlıklı bir sonuca götürmez bizi. Bir çok meseleyi ıskalamamıza sebep olur. Anlayamamamıza sebep olur. Bu paradoksal bir durum aslında. Anlasa kötü edebiyat yapmazdı, iyi edebiyat yapabiliyor olsa anlardı. İsterse suyun bu yakasında durduğunu iddia etsin, şiirde bölücülük ve daraltma yapan bölümlü kafa siyasal bölücülerden daha tehlikelidir!

Bir de gördüğü her yabancı kelimeye düşman olan bir anlayış var. Bu caiz bir anlayış değildir; dünyanın tüm kelimeleri bizim kardeşlerimizdir. Bizim yani yazı sevdalılarının! O düşmanlığı gidip, dindar bile olsa, Avrupailik kompleksi olanlara yapmak lazım, bir derdi olanlara değil!

Örtü düşmanlığını unutmayacağız!

Saliha Şeker “Evden çıkma vakti gelmişti. Annesiyle birlikte kardeşlerini okula bırakacaklardı. Okul yolu hiç böylesine uzak gelmemişti ona. Kardeşlerini okula bıraktılar. Sonra tutamadı kendini, inci taneleri dökülüverdi gözlerinden. Elinden gelse orada bir fırtına çıkaracaktı ama gücü sadece inci tanelerine yetiyordu. Yüreği buz gibiydi. Hayalleri yıkılmıştı çünkü..

Başörtüsüyle yaşamayı tercih eden binlerce gencimizden sadece birinin inci tanesiydi bu.” Küçük bir yürek buz gibi olmuştu, değer miydi buna?” diye düşünülürken, binlerce yüreğin buz gibi olması adeta bir felakettir.

“Ne olurdu sanki başörtüsüyle okusaydı?” dediğimizde, “Alt tarafı bir bez parçası (?) “ diyenlere bir sözümüz var: “Alt tarafı bir bez parçası, korkmaya değer mi? “ Tabi bu, cevapsız kalan birçok sualimizden sadece biri.

Evet, bunu sadece korkaklar yapabilir. Bir gün çok pişman olacaksınız; hatta bazılarınız oldu bile. ‘İşleriniz ters mi gidiyor?!’ bizi hatırlayın. ‘Hayat üstünüze mi geliyor?!’ bizi hatırlayın ve korkun.Çünkü biz, hala yüreğimizdeki o acıyla dipdiriyiz. UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ ve ASLA UNUTTURMAYACAĞIZ!!!

Size olan öfkemiz hiç azalmadı. Artık yürekler üşümesin, bitsin bu vahşet diye size meydan okuyoruz!”

Ankara’dan Zehra Güven sayısalcı da olsa yazma ile ilişkisini sürdürmeli. Tefekkür yolculuklarını sürdürmeli. Fırsatını buldukça da Sakarya caddesindeki Birleşik Dağıtım’a ve Zafer Çarşısının hemen yakınındaki Adil Han’da Fatih Kitabevi’ne uğramalı, oralarda Usta yazarımız Rasim Özdenörenle karşılaşırsa bizden selam söylemeli.


Asım Gültekin'ın Yazısı.