Kalemin ve Kelâmın Suç Olduğu Günler!
Ahmet Tezcan Kâfirun kitabında okuyuculara gerçek hayat hikâyesinden kesitler sunuyor. Sayfalar ilerledikçe mahalleyi sokak sokak geziyor evlere ve mahalle dükkânlarına konuk oluyorsunuz. Bir anda Dabakların evinin yandığına şahit oluyor hırsızı aramaya çıkıyorsunuz, Kara Mahir’in Solmaz’a karşı olan sevdasına tanıklık ediyor “Kara Mahir ben sana yangınım kız gör beni” sözleriyle sevgisine dile getirince Solmaz’ın “ Niye la? Ceviz mi oynıyacağız, aşık mı atacağız “ cevabı üzerine Kara Mahir’e üzülüyorsunuz, nene şefkatini ve özlemini Nenej’de görüyorsunuz. Deli Mehmet’in haline üzülüyor yaptığı haylazlıklara ise gülüyorsunuz. Mahmut’un çocukluk hayallerine dalıyor, en çok rüzgar sesi ve usturası paslı Zurnacı Abdal Şerif’in sesinden korkuyorsunuz. Muharrem’in aslında iyi bir insan olduğunu görüyorsunuz, Yakışıklılığıyla ün salmış Şıkkali’nin kara sevdaya tutulması ve ölümüne üzülüyorsunuz. Mahallenin iyi niyetli, temiz çocuğu Esat’ın geçirdiği kazadan dolayı ferç kalması mahallede nazar olduğuna dair şüpheler doğuruyor. Bu durumdan mahalleye gelen İsmet’in sebep olduğunu düşünüyorsunuz…
Yazar, küçük bir mahalleden Türkiye haritası çıkarıyor. Demokrat Parti-Halk Parti kutuplaşmasını olduğu 1950’li yıllarda yaşanan gerilimli siyasi atmosfer de kitaba yansıyor. Dönemin ünlü Komünist siyasetçi ve teorisyeni Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kırşehir hapishanesine mahkum olarak gönderiliyor. Annesi Münire Hanım da oğlunun peşinden Kırşehir’e geliyor. Münire Hanım çaresiz ve zor bir durumdayken tesadüfen Tezcan’nın babası Çerkez Hikmet Bey ile tanışıyor. Çerkez Hikmet Bey İslami görüşe sahip ve Said Nursi talebesi. Münire Hanımın çaresiz durumundan üzüntü duyan Hikmet Bey Münire Hanımı kendi evinde ailesi ile birlikte kalmaya ikna ediyor. Zaman geçtikçe Münire hanıma ev halkı çok alışıyor ve kendi anneleri gibi sevmeye başlıyorlar. Hikmet Bey, Münire Hanım oğlunu ziyaret için hapishane götürdüğü zamanlarda Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile tanışıyor. Düşünce yapıları birbirinden çok farklı olmasına rağmen iyi bir dost olabiliyorlar.
O yıllarda hapishanelerde kalem ve kağıt yasak. Çerkez Hikmet beyin karısı Havva Hanım yaptığı gözlemelerin arasına kalem ve kağıtlar saklar, bunları Çerkez Hikmet Bey, gizlice Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya ulaştırır…
Yazarın çocukluk dönemini aktardığı kitapta mahalle kültürü ve 1923-1950 Türkiye gerçeğini görüyorsunuz. Kısaca, kesinlikle okunması gereken bir kitap. Kitap bittikten sonra kesinlikle sinemaya uyarlansa çok iyi olur diye düşmeye başlıyorsunuz.
Kitaptan dikkatimi çeken satırlar
Devlet yeşilin rengine ne kadar rahatsız ise kırmızının tonlarına da o kadar tahammülsüzdü. Nurcuları, tarikat ehlini, Kur’an kurslarını, eski medrese kalıntılarını nasıl gece gündüz demeden takip ediyor, basıyor, yakalayıp hapse atıyor yahut sürgünlere gönderiyor idiyse, komünistlere ve komünistlik ihtimali bulunanlara da aynı ölçüde sert vuruyordu. Devletin dilinde irtica ve komünizm, vatana ihanet ile eş anlamlıydı. Bu ikisinde de birinci dereceden suç unsuru, kitap yazmak ve okumaktı. Baskınlarda ilk bakılan yer bodrumlar, ahırlar değil kitaplıklar, ilk aranan şey ise tabanca, tüfek değil kitaplardı. Kalemin ve kelamın suç olduğu günlerdi.
***
Mahmut, bir rüzgarın sesinden korkardı, bir de usturası paslı Zurnacı Abdal Şerif’in sesinden. İkincisi, ilkinden beterdi. Rüzgâra rahmet okuturdu Zurnacı Şerif’in sesi. İlkbahardan yaz sonuna kadar, o düğün senin bu düğün benim dolaşarak zurnacılık yapan Abdal Şerif, sonbahar geldi mi, eline derisi pörsümüş çantasını alır, mahalle mahalle sokak sokak, dağ bayır sünnetlik oğlan kovalardı.
***
Solmaza ilk defa gönlünü açıp “Ben sana yangınım kız gör beni” demiş, kızın kıkırdamak bir yana, son derece ciddi bir ifade takınıp “Niye la? Ceviz mi oynayacaz, aşık mı atacaz?” dediği andan itibaren, Kara Mahir’in yüreği daralıp büzülmüştü. Kız açıkça hor görmüştü Mahir’i. Çocuk yerine koyup küçümsemişti.
***
Mahmut nenesi Nenej’in yanına gitti. Söylediği Hapaje şarkısını dinlemeye koyuldu. Sözlerini anlamasa da, Nenej’in yaşlı göğsü kadar sıcak, damarları görünen elleri kadar müşfik ve Mahmut’u renk renk kanatlarıyla düşler ülkesine uçuracak kadar rahatlatıcı bir şarkıydı bu. Ninesi ne zaman bu şarkıya başladıysa, son nağmelerini dinlemek nasip Mahmut’a. Saçlarına düşen ömürlük gözyaşlarını da hiçbir zaman görmemişti. Ninesinin kucağında uyuyakalan Mahmut kendisini ya oturma odasındaki sedirde yahut Saliha’yla paylaştığı yer yatağında bulurdu.
***
Gerçekten sıra dışıydı Mehmet’in deliliği. İnsanı sarıp sarmalaması bir yana, durup dururken tek elini alıp iki yana sallanarak dua etmeleri, her kime dua ettiyse mutlaka bir beladan kurtuluyor olması, “ Bir okusana bana nolur gurban oluyum Memmet” diyen kadınların başlarına elleriyle dokunarak “bismillah bismillah” dedikten sonra ağrı mağrı kalmadığını söyleyenlerin çoğalması her deliye nasip olmayacak ayrıcalıklar bahşediyordu.
***
Sevdiği kızdan mektuplar çıkmıştı Şıkkali’nin ceplerinden. Sevdiğine ulaştırılamamış mektuplar, şiirler, karalamalar çıkmıştı. Ne de güzel kalemi varmış Şıkkali’nin meğer!
Zorla gelin edilen Leyla’sını şehir şehir arayıp Mecnun’a dönen yiğit Şıkkali’nin kör kuyuda kendisini asarak canına kıyışının yürek parçalayan, ciğer dağlayan, taş olsa eriten meşhuuuuuur aşk destanı, onlarca dörtlük halinde yazılıp şehir matbaasında arkalı önlü tek yaprak bastırıldı. Bu arada kendisine muaharrir/mahabir/menekkid/şair payesi biçen uyanığın biri, Şıkkali Destanı’nın bütün versiyonlarını topladı, nasıl etti kimi kandırdıysa, kuyudan çıkan ceset üstündeki mektup ve şiirleri de ele geçirdi, hepsini harman edip başına önsöz, kıçına sonsöz uydurarak kitap yaptı.
***
Bir şeyler olacaktı belliydi. Garip bir hal vardı herkesin üstünde. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Dabaklar’ın evindeki yangından sonra mahallede dirlik düzen bozulmaya, bela üst üste gelmeye başlamıştı. Esat’ın tepe üstü ırmağa çakılıp felç olması, uğursuzluk nazara mı geldik endişesinin doğup, büyüyüp serpilmesine yol açmıştı. Erkekler de kadınlar da bu durumu İsmet’e yoruyordu.
***
İçinde bir yerlerde; Komünist Doktor Hikmet Bey, Kafirun süresi üzerinden Nurcu Şöför Çerkes Hikmet Usta ile çekişiyor, “Senin dinin sana, benim dinim bana” diyordu.
***
“Bize de gomonis damgası vurmazlar mı ?” Sana komünist damgası vuracaklar diye bu kadın ölecek mi la ?” diye bağırmış, kollarına yapışıp yapma etme diyenlerin topuna birden saydırdığı gibi, kahveden çıkıp gitmişti. Münire Hanımın yanına gidip “ benim evim hapishanenin beşyüz adım yukarısında abla, bize gelip Allah rızası için misafirimiz olur musun?” demiş, ağlamaya başlayan kadını, koluna alıp teselli ede ede evine götürmüştü.
***
Dr Hikmet yazacaktı. Yazmak zorundaydı. Ama neye? Kâğıt yoktu. Kâğıt yasaktı. Öteki mahkûmlar verir de sigara paketlerine yazar diye, onu bütün koğuşlardan uzak tutmuşlar, bu boş, camları kırık ve soğuk koğuşa tek başına kapamışlardı.
***
Doktor Hikmet, Şoför hikmet’in gönderdiği paketi açıp da gözlemelerin arasından naylona sarılmış sarı saman kâğıtları çıktığını görünce tebessüm etti. Bazlamaların içinden çıkan kalemlere ise küçük bir kahkaha attı.
***
Kemal Tayır’ın haklı olduğu taraf, hikmet Usta’nın evini sadece Komünist Doktor’un anasına açmakla kalmayıp, oğlunun masrafını da yüklenecek oluşuydu. Sofrada iyi bir yemek olsa, evladını düşünerek yutkunup gözyaşı dökmeden ağzına lokma koyamayan Minüre hanımın gönlü hoş olsun diye, Halit hapishaneye her gün yemek götürüyor, Hikmet Usta da eve aldığı peynirin zeytinin, helvanın kahvenin bir kısmını Doktor’a gönderiyordu.
***
Minibüsün torpido gözüne uzanan Savcı, ateşe dokunmuş gibi elini geri çekmişti. Dokunduğu ateş değildi ama kapağında Bediüzzaman Said Nursi adıyla Hanımlar Risalesi yazılı küçük cep kitaplarındandı. Savcı Bey, dehşetten dört açılmış gözlerle bakıp gayriihtiyarî sesini kısarak “ Yahu sen ne yapıyorsun hikmet Usta” demişti, “ bunların hepsi yasak kitap! Hadi ben görmemiş olayım da bi yakalayan olursa doğru hapse atarlar seni!”
Alpaslan Öngel'ın Yazısı.