Belgeseller genelde ciddi, sıkıcı, asık suratlı olarak kabul edilir. Meraklısı dışında genel izleyici kitlesinin ilgisini pek çekmez. TV’de bir belgesel filmi ile karşılaşıldığı anda kanal değiştirmek çoğu insan için refleks haline gelmiştir. Buna rağmen -imgesel sinemanın gölgesinde kalsa da- emek vereni az değildir. Gerçeğin esas alındığı ve etik kaygılar taşıyan bu türde hayvanlar ve bitkiler âlemini “çeken” yönetmenler olduğu gibi bu âlemden “çekilen” ve insana odaklanan yönetmenler de vardır. Tülay Gökçimen bu isimlerden birisi. Gökçimen’in çektiği 8 tane belgesel film var. Son üç tanesi Suriye’de yaşanan iç savaşı konu ediniyor. Tülay Hanım’la belgeselleri ve savaş mağdurları üzerine konuştuk…

Başka bir tür değil de neden belgesel?

Ben kendimi belgesel yönetmeni ve insani yardım gönüllüsü olarak tanımlayabilirim. Film çekmek gibi bir hayalim hiç olmadı. Kurmaca şeyler yapamıyorum. Gerçekleri olduğu gibi göstermektir tam da istediğim ve yapmaya çalıştığım. İnsanları bilmeleri gereken şeylerden kreatif bir şekilde haberdar etmeyi seviyorum. İslam coğrafyasında bilmemiz gereken çok şey var diye düşünüyorum.

Son üç belgeselinizde Suriye üzerine yoğunlaştınız. Proje sürecinden biraz bahseder misiniz?

Suriye’de beş yıldır savaş devam ediyor. Toplu katliamlar, tecavüzler, her türlü fenalık var. Savaştan en çok kadın ve çocuklar etkileniyor. Eşlerini, çocuklarını, akıl sağlıklarını kaybeden kadınlar; daha süt dişleri dökülmeden uzuvlarını kaybeden, bıçakla kesilen, kimyasal silahlarla ve sniperlarla katledilen çocuklar… Dünyaya onları anlatmayalım da kimi anlatalım?

Çekimlerinizi nerelerde yaptınız?

Genellikle Suriye’de çekime müsait yerlerde yapıyoruz. Son belgeselde hem Suriye kamplarında, hem sınır illerinde hem de büyükşehirlerdeki çocuklarla konuştuk. Aralarındaki farkı insanlar görsün istedik.

Çekimler yapılırken yaşadığınız zorluklar nelerdi? Unutamadığınız bir hadiseyi bizimle paylaşır mısınız?

Savaş bölgesinde veya savaş mağdurları ile çekim yaptığımız için yaşadığımız çok fazla deneyim oldu. Halep’te gezinirken gökyüzünde uçan varil yüklü uçakları da gördük, yeryüzüne sessizce inerek insanları katleden misket bombalarından ölen insanları da. Annesi az önceki patlamada ölen Mahmut’un kucağımda öksüz kalışını da unutamam, doğduğundan beri Atme Kampında olan Hatice’nin dört duvarı ve bir çatısı olan bir evde hiç kalamayışını ve o hayatı bilemeyişini de…

Kadınların ve çocukların kamera karşısında konuşmaya itirazları oldu mu, nasıl ikna ettiniz onları?

Önce çekindiler tabiî. Ama hemen çekime başlamadık. Önce uzun uzun konuştuk. Çocuklarla oyun oynadık, kadınlarla kahve içtik, dertleştik. Onlar beni ben onları tanıyınca çekimlere başladık. Zaten o kadar dolular ki anlattıkça anlatmak istediler...

Belgesellerinizle arzu ettiğiniz toplumsal farkındalığı oluşturabildiğinizi düşünüyor musunuz?

Evet düşünüyorum. Çünkü önce lokal sonra genel gösterimler yapıyoruz ve en son TV’ye veriyoruz belgeselleri. İnsanları bir yerlere toplayarak onlara kanal değiştirme fırsatı vermeden belgeseli izlemelerini sağlıyoruz ve sonra üzerine konuşuyoruz. Bu çok etkili oluyor insanlar üzerinde...

Nasıl bir ekiple çalışıyorsunuz? Belgesel çalışmalarınıza destek olmak isteyen gençlere kapılarınız açık mı?

Elbette. Onların çekim ortamlarını ve kamera arkasını görmelerini arzu ederim her zaman, bu bambaşka bir deneyim. Kurgu aşamasında da izlemeleri için elimden geldiği kadar çok arkadaşı davet ediyorum.

Bizim ülkemizde yemek için bir kedinin peşine düşüldüğünü hatırlamıyorum veya Afrika’da olduğu gibi kıyafetleri derisinin üstüne yapışmış kimseyi görmedim.

Ensar-muhacir ölçeğinde bir değerlendirme yapmak gerekirse –sahada bulunan birisi olarak- Türk halkının toplumsal dayanışma notunu kaç veriyorsunuz?

Not olarak değerlendirmem doğru olmaz ama insanlarımız elinden geleni yapıyor. Daha çok şey gelmez mi elimizden? Tabiî ki gelir ama bu günümüze hamdolsun. Bizden kötü durumda olan toplumları görünce halkımızın ne kadar misafirperver olduğunu daha iyi anlıyoruz. İçimizden farklı sesler çıksa da bize sığınan muhacirlere elinden gelen gayreti gösteriyor halkımız.

“Mülteci/sığınmacı” gibi kavramlar yerine “kardeş/muhacir” kavramlarının kullanılması dikkatimizi çekiyor. Bu bütünleştirici dil, ayrımcılık içeren sosyal bir patlamayı önlemede etkili oluyor mu sizce?

Hiç şüphesiz. O senin kardeşin deyince insanlarda bir sahiplenme baş gösteriyor. Mülteci ve sığınmacı hem siyasi hem sosyolojik hem de hukuki kavramlar ve buna nereden baktığınız önemli. Ama kardeş, muhacir vs. bunlar dinimizde olan bize ait kavramlar.

Bu süreçte Türk medyasının üzerine düşeni hakkı ile yaptığını düşünüyor musunuz?

Hayır düşünmüyorum. Mersin’de bilmem kaç adet uçan kuş türü bile akşam haberlerine konu olurken kimyasal silahla katledilen çocuklar nedense haber olmuyor. Savaşın başlarında verilen haberler alt yazı ile geçiştiriliyordu bu yıl ise toplu bir katliam olmadıkça yaşanan ölümler haber değeri taşımıyor. Bir hayatın bitmesi o kişinin ailesinden başka kimseyi rahatsız etmiyor sanki… Medya açısından söylüyorum bunu. Ama diğer yandan bir muhacirin karıştığı bir kavga veya bir kanunsuzluk hemen haber olabiliyor. Tabi bu durum da toplumun hassasiyetini zorluyor.

Hükümet bu alanda ciddi harcamalar yaptı. STK’lar ve öğrenci grupları sürekli bir yardım faaliyeti içinde. AFAD dünyanın en önemli mülteci organizasyonlarından birisi haline geldi. Tüm bunlara bakarak siyasal ve toplumsal anlamda bir mutabakat ve hassasiyet sağlanmıştır diyebilir miyiz?

Milyonlarca insandan bahsediyoruz. Çoğu ülkesi içinde yer değiştirdi, komşu ülkelere sığındı ve sığındığı ülke içinde dağıldılar. Örneğin toplumumuzun Filistin’e gösterdiği hassasiyet Suriyeliler’e gösterilmiyor çünkü onlar içimizde. Kapımızı açınca belki onları görüyoruz, sürekli vicdan azabı gibi karşımızda yaşıyorlar. Belki pek çok kişi rızıklarının onlara verildiğini düşünüyor. Ama kimsesizlerin kimsesinin Cenabı Allah olduğunu ve rızkı verenin Rabbimiz olduğunu bazen unutabiliyorlar. Suriyeliler melekler topluluğu değil bizler de değiliz. Her toplumda olduğu gibi onların da iyisi kötüsü var. Geçtiğimiz ay katledilen Özgecan kardeşimizin katili bir Türk’tü. Buradan hareketle bütün Türkler kötüdür diyemeyiz. Rabbimizden bu savaşın en kısa zamanda sona ermesi ve Suriye halkının özgür ülkesine güven içinde dönmesi için dua edelim inşallah…

Bir de “Ülkemizde bu kadar çok muhtaç varken neden Suriye/Afrika?” diyenler var. Cevabınız ne oluyor böyle düşünenlere?

Bizim ülkemizde yemek için bir kedinin peşine düşüldüğünü hatırlamıyorum veya Afrika’da olduğu gibi kıyafetleri derisinin üstüne yapışmış kimseyi görmedim. Tabii ki önce elimizi uzattığımızda ulaşabileceğimiz ihtiyaç sahiplerine ulaşmalıyız. Ama aynı dine iman etmişsek uzak, yakın, siyah, beyaz diye ayırt etmememiz lazım. Bazen toplu alışverişler yapıyoruz ki bu her zaman dikkat çeker, hemen bir teyze yanımıza gelir ve “bizim mahallede de çok ihtiyaç sahibi var” der. O zaman “siz koskoca bir mahalle olarak onlara yetişemiyorsanız adresi verin biz gidelim” diyorum. Türkiyeli Müslümanlar olarak soframızda en az üç çeşit yemek bulunduruyoruz. Günde bir öğün yediğinde kendini nasipli hisseden insanlar var dünya üzerinde. Gücümüz yetiyorsa onlara da elimizi uzatmak insanlığımızın bir gereğidir.

Belgesel çekimleri haricinde projeleriniz var mı peki?

Kitap yazıyorum, gençlerle programlar yapıyoruz, insani yardım çalışmaları çokça vaktimi alıyor zaten...

Bu soru biraz daha özel olacak; hem aile hayatı hem tempolu bir iş... Bir eş/anne olarak nasıl kuruyorsunuz dengeyi?

Dengeyi tutturmak zorundayım tabiî. Eşim ve kızım en büyük destekçim. Dünya çocuklarına ayırdığım zamanı kızımınkinden çalarak yapmıyorum. Çoğu çekime ailecek çıkıyoruz… Kızım Filistinli, Suriyeli çocuklardan sorumlu hissediyor kendini. İşim belli bir mesai saati gerektirmediği için de rahatım.

Son olarak; “Bu alanda ben neler yapabilirim?” diyenlere gerek saha içi gerek çevrimiçi gönüllülük için nasıl bir yol haritası çiziyorsunuz?

Önce İslam coğrafyası okumaları yapmalarını tavsiye ederim. Hangi ülkede neler oluyor, karşımızda kimler var bunları çok net bilmemiz lazım. İnsani yardım gönüllüsü olmak için gerçekten gönüllü olmak ve Allah rızasının önüne arkasına hiçbir şey katmamak gerekiyor. O zaman yaptığınız her işten büyük zevk alıyor, bırakamıyorsunuz. Dünya hayatının endişelerinden uzak bir hayat düşlerseniz bir çocuğa elinizi uzatın. Bizim tek derdimiz; sağlam bir derdimizin olmamasıdır. Eğer dünya üzerindeki mazlum ve mustazaf Müslümanların derdi ile dertlenebiliyorsanız sağlam bir derdiniz var demektir. Son söz olsun kardeşlerime; Allah yolunda kaybolan bir şey yoktur, kendi güçlerinin farkına varsınlar…


Ayşe Yazıcılar'ın Yazısı.