Ara Sıra Toz Almak Lazım...
Aaa hatıra defterim. Mis gibi kokuyor. Herkes kalbimin bu sayfalar gibi saf ve temiz olduğunu yazmış. Demek ki o yıllarda hepimizin kalbi saf ve temizdi.
Yer yer toz içinde kalmış. Buralara temizlik yaparken hiç dokunmamışım nedense. Bu kutuyu da buraya sıkıştırmışım, üzerinde özel yazıyor. Evin her köşesinden geçmişe dair izler toplayan bir arkeolog gibiyim şu aralar. Açalım bakalım geçmişe ait neler doldurmuşum bu kutuya.
Aaa hatıra defterim. Mis gibi kokuyor. Herkes kalbimin bu sayfalar gibi saf ve temiz olduğunu yazmış. Demek ki o yıllarda hepimizin kalbi saf ve temizdi.
Bakalım başka ne varmış. Bir İngilizce hikâye kitabı ve Osmanlıca bir risale… İkisi de hediye. İkisini de okumaya çalışmışım ve sonra vazgeçip bu kutuya hapsetmişim. İşte üniversite diplomam… Staja kabul edildi belgeleri, staja kabul edilmedi belgeleri… Bitirme tezimin bir nüshası; “madenlerde toz ölçümleri ve değerlendirilmesi”. Hiç unutmam bitirme tezimi sözlü olarak aktarırken sonuçları değerlendirmiş ve demiştim ki, “şu kadar toz şu kadar işçiyi etkiliyor ve şu kadar işçi daha emekli olamadan pnömokonyoz hastalığı sonucu ölüyor. Bu ölümlerin yüksek olduğu işletmeler kapatılmalı” demiştim. Bölüm başkanı yüzüme bakıp sırıtarak “bir mühendis işletme kapatmaz, bu akıl fikirle senden mühendis olmaz” demişti. Ben de olmadım zaten:)
Neyse geçelim bu tatsız hatırayı. Aaa işte ilk yazımın çıktığı yerel gazete. Kültür sanat sayfasına yollamıştım, daha sonra o sayfanın editörü bana afilli bir köşe ayırmıştı. Okuldan fırsat kalırsa ara sıra uğrayıp yazı veriyordum. İşte bu da yazımın çıktığı ilk kültür sanat dergisi... Konya’da çıkıyordu o yıllarda. Yazımı vermek için editörle telefonda konuşmuştuk o da işyerinin adresini verip orada kendisini beklememi söylemişti. Erkenden gitmiştim, işyeri dediği bir yerel gazete bürosuydu. Oysa ben kapısında derginin isminin yazılı olduğu şık bir ofis falan bekliyordum. Gazete binasının önünde oyalanırken nihayet editör geldi. Neyle biliyor musunuz? Bisikletle… Hayallerim yıkılmıştı, bu adam hayalimdeki editör profiline hiç uymuyordu. Sonradan öğrendim dergi çıkarmanın gönül işi olduğunu, beş kuruş kazanılmadığını… Zaten daha sonra o dergi kapandı, taşrada çıkan her edebiyat dergisi gibi… Ve ben dergilerin neden kapandığını artık anlayabiliyordum.
Neyse bu tatsız hatırayı da geçelim. İşte bir adet kaset... “Kaset” ne kadar yabancı bir kelime olmuş ve silinmiş lügatimizden… Şimdi CD var DVD var… Ama işte o ilk gençlik yıllarımda kaset alırdık biz. Allah’ım yaşlanmak böyle bir duygu muymuş? Kaset Aykut Kuşkaya’nın. Hiç unutmam sınıftan bazı erkek arkadaşlarımız bu kasetin kritiğini yaparken “biz o kaseti dinlemiyoruz, içinde bayan vokal var” demişlerdi. Uzun bir süre sırf bu yüzden o kaseti ben de dinlememiştim. Benim saksı biraz geç çalıştı tabii: “İyi de ben zaten bayanım, bayan sesi bana niye haram olsun ki”
Neyse bunu da geçelim. O değil de şu mektupların hepsi bir kişiden gelmiş; üniversiten sonra tanıştığım bir dostumdan. Kendisi ile uzun süre iş aramıştık. Bir gün kafa kafaya verip dedik ki “maksat boş durmamak ve para kazanmaksa insan, gücünün yettiği nispette her işi yapabilir” . İş ilanlarının olduğu bir gazete aldık ve “şeker ve lokum paketleme kısmında çalıştırılacak bayan eleman aranıyor” ilanını değerlendirmeye karar verdik. Adamlar bizi şaşkınlıkla karşıladı. Karşılarında üniversite mezunu iki dil bilen (ki bu diğer arkadaş oluyor) iki kız durmuş iş istiyordu. Tabii bir de saatte paketlenen lokum miktarı, piyasaya sürülüşü, namaz izni, verilen ücretin bu tempoya göre azlığı konusunda anlaşamayınca adamlar bizi normal olarak işe almadılar. Eve gelene kadar başörtüsü yasağı ve hak ettiğimiz yerlerde olmamamız hakkında tek kelime etmemiştik. Sonra ikimiz de Müslüman(!) patronları olan iki ayrı holdinge santral memuresi olarak işe girdik. O uzun süre çalıştı bense ancak bir ay dayanabildim. İşte o sıralar bana yazmış olduğu bir faksı da saklamışım. Başına “yürek acısını ancak bir dost eli geçirir” yazmış. Ne kıymetli bir cümle... Sabah namazına kalkamadığını bu yüzden güne bir sıfır yenik başladığını yazmış bir de. Sonuna da Nurettin Rençber’in o yıllar meşhur bir şarkısının sözlerini iliştirmiş.
“ikimiz de acemi birer âşıktık o zamanlar
Sen yollarda eski bir aşka ağlıyordun
Bense kendimi usta sanıyordum bu işlerde
Ve yağmur gibi akıp giden yıllardan
Geriye ne kaldığını bilmiyordum seni tanıyana kadar
Ama farkındaydım yine de
Ne zaman seninle olsam
Tanıdık bir kuş cıvıltısıyla uyanırdım her sabah...”
Sonra bu dostum Avrupa’ya yerleşti. Sonra, sonrası yok işte…
Neyse bunları da geçelim. İşte o melun o meşum günlerin vesikası olan iki belge daha. Uzaklaştırma ve kınama cezası. Kılık kıyafetle ilgili kurallara uymadığımız için düzenlenmiş belgeler. Evet, o sıralar tepemde balkon şemsiyesi ayağımda terlikle sırtımda oksijen tüpleri elimde kalaşnikoflarla gidiyordum okula. Değişik bir ambiyans oluşturmayı seviyordum ne yapayım:) İşte o yıllar yine hiç unutmam bu kınama cezasını çantamın dış yüzüne yapıştırarak okulda, çarşıda, sokakta böyle gezmiştim bir müddet. Mübarek(!) bir hocamızın dersine de böyle girince hocamız bunu kendisine yapılmış bir protesto eylemi olarak kabul edip bir ceza daha ekleştirmişti sicilime.
Neyse bu sevimsiz hatırayı da geçelim. Kutuda bakalım başka neler varmış. Hiç mi güzel bir hatıra çıkmaz ya… Kutu değil Stephen King romanı mübarek. Üç beş fotoğraf daha… Dekan imzalı başka bir mektup; beni aileme şikâyet ediyor dekan, sanırım resmi bir evraka yapıştırılmış çiklet gibi durduğumu anlatmaya çalışıyor. Ne gam! Ve itina ile hazırladığımız ilk bildirimiz. İlk satırlarında şu ayet yazıyor:
“Üzülmeyin, gevşemeyin…”
Elhamdülillah o yıllar üzülmedik gevşemedik sadece hüzünlendik. Hüzün yakamıza iliştirdiğimiz sarı bir çiçek gibiydi. Otobüste sadece finallerde açılacak olan kitapları bağrımıza bastığımızda ve eve dönerken yemek pişirme derdimiz yoksa şehrin tüm ışıkları sadece bizim gözlerimizde billurlaşırdı. Yüzler geçerdi aklımızdan, fikirler geçerdi, sözler geçerdi, anneniz geçerdi ve ille de hüzün. Sonra saklamak için gözümüzü kaşımızdan, yüzümüzü otobüsün camına iyice dayayıp sanki son çıkan bir filmi izler gibi şehrin karanlığına gömerdik tüm ağlamalarımızı.
Kulağımıza taktığımız ödünç walkmenlerle ağır ağır geçerdik bilmediğimiz sokaklardan. Ağırlığımız ve vakarımız hüzündendi, dolup boşalmamız dertten…
Yok olmaz derdik bu böyle gitmez. Ama her şey öylece kendi bildiği gibi geçip giderdi. Sonra bir gün arkaya baktığımızda artık yalnız değildik. Ama yalnızlık kadim bir dosttu ve onu bile özledik çoğu zaman… Kitaplara lüzumsuz derkenar yapmayı, arkadaş sohbetlerinde şımarmayı, yasaklar hakkında her şeyi bilip hiç bir şey bilmiyormuş gibi yapmayı ve acılı şarkılarda dağılmayı özledik. Hüzün o mevsimin çiçeğiydi ve biz o mevsimi çoktan devirmiştik. Ve bize sadece bir dövme gibi göğsümüze kazınmış ve onunla haşrolacağımızı bildiğimiz şu ayeti kerime kalmıştı: “Üzülmeyin gevşemeyin”
Neyse bunları da geçelim.
Ne ağlaması? Sadece gözüme toz kaçtı hepsi bu. Dedim ya uzun süredir buranın tozunu almamıştım…
Not: Bu yazımı “çocuklarımızın sıra üzerinde namaz kılmasını değil bale yapmasını istiyoruz” diyen aziz Türkan Saylan hanımefendinin ruhlarına armağan ediyorum. Yukarıdaki hatıralarıma bakınca balerin olamadığım aşikâr… Üzgünüm ben sadece “yorgun ama harekete geçmeye teşne, hüzünlü ama saadetle hem dem, kırgın ama içinde milyonlarca ahenin zırh geliştirebilen” üstelik sıra(!) üzerinde namaz kılma yetilerini hala kaybetmemiş bir sıradan(!) olabildim.
Ayşegül Genç'ın Yazısı.