Dünyada güdümsüz bir cümle yoktur. Kelimeleri bazen kana bazen de bala bulayarak yan yana getiririz. İnsanlık dili bulunca yavaş yavaş kaslarıyla savaşmayı bıraktı.

İslam dininde heykel yasak olduğundan, Türkler taş işçiliği ile olan münasebetlerini Selçuklu’dan itibaren oyma ve süsleme sanatıyla birlikte ellerinden geldiğince geliştirdiler. Zaten onu da dekoratif anlamda; duvar ve kapılarda kullandılar.

Malzeme, genellikle çevredeki ocaklardan getirilen kalkerlerdir. Yapının önemine göre taşın kalitesi de artar. Kolay oyulandan zor olana gittikçe; emek, işçilik, sanat daha önem kazanır. Bu yüzden taşın üniversitesi mermerdir. Keskin kenarlı motifler mermerde kullanılırken daha yumuşak taşlarda ise yumuşak kenarlı figürler işlenir.

Mimarinin dışında oymacılığın kullanılabildiği en önemli alan mezar taşlarında boy gösterir. Ahşap bizde ve İslam kültüründe faniliği simgeler. Zamana dayanıksız oluşu, bir kibritle yanabilmesi, kumdan kaleleri anımsatır. Evlerimizi onunla yaparken geleneğin verdiği bu ruh haliyle davranıyorduk.

Hayatın, dünyanın faniliğine karşılık; baki kalan ölümdür. Ölümün kalıcılığı mezar taşlarında kibrin son zirvesine ulaşır. Hayatın ölümlü olduğunu belli edecek mezarlıklarımızın ve mezar taşlarımızın zamana karşı mücadele etmesi, batının üstün insan kavramının yüzüne tükürür. Buradaki kibrimiz tersinden tevazunun ve Allah’a baş eğmenin en göz yaşartıcı göstergesidir.

Ölüm en sert taşlarla, en keskin biçimde karşımızdadır. Taştan bir duvardır o. Hepimiz, hayatın sonsuz akışında sortiler yaparken bir anda mermer duvara çarpıp ufalanıyoruz. Kendini önemli zannedip yüksek binalar kuran ve uzaydan iki taş getirince sırıtan, şampanyalar patlatan önemli insanın en trajik tarafı; bir köpek gibi ölmesi değil mi zaten? Mezar taşının mermeri, hırçın dalgaları durduran bir dalgakıran gibi önümüze çıkar ve biz önemli mahlûkatlar orada sonlanırız.

Mezar taşlarındaki Kûfi yazılar ve bitkisel motifler 16. yüzyıldan itibaren önem kazandı. Buradan bakarak dönemin Osmanlı’sının sosyal ve ekonomik yapısını incelemek büyük tarihçilere düşüyor. Biz beş kuruş almadan inceleyince, kitaplar yazınca akademisyen tarihçiler kızıyorlar!

Türklerde oymacılığın belirgin örneklerinden birini söylediğim gibi akademisyenler gösterir. Bir adam herhangi bir konuya ömrünü adayıp araştırmalar yapar ama ona ilk saldıranlar akademisyenlerdir. Geçmiş zamanlarda Zakkumcu Doktor vardı. Zakkumla geliştirdiği kanser ilacı yüzünden bağırıp çağırıp Amerika’ya kovaladılar. Amerika ona destek çıktı, laboratuvar açtı, araştırmalar için ödenek ayırdı.

Kimse kimseyi alanına sokmak istemiyor. Örneğin seksen yıldır kırık çıkık tamir eden bir kadın, ortopedi bilimine katkı sağlayacağını zannettiği bir buluşu tıbba armağan etmek istediği zaman kıyametler kopar. Oysaki o insanın buluşuna bakılır, insanlığa faydası varsa eksikleri tamamlanır ve teşekkürler edilir ama hayır, çılgın akademisyenler barbarlar gibi kılıçlarıyla gelip kan dökerler. Bu sahneleri görmekten bıktık, yıldık, usandık…

Her yıl binlerce kurbanın verildiği trafik kazalarımıza bakılaraktan önüne gelene ehliyet veren sistem; kendini yetiştirmiş sivillerden gelebilecek her fikre karşılık şahıslardan diploma, akademik kariyer yani ehliyet istiyor. Oysa bilim, batıda da tesadüflerle ilerliyor. Bugünkü teflon tava malzemesi uzaya çıkan mekiklerin kaplamasıdır. Yüksek ısıya dayanıp yanmamasından dolayı yan ürün olarak tava işinde kullanılıyor ya da önce teflon tava bulunup sonra uzaya çıkılabilirdi. Nitekim 1950’lerden itibaren uzay çalışmaları yapan ve Ay’da defi hacetini yapamayan insanlar, badana rulosunu çok yakın bir geçmişte bulmadı mı? Öyleyse neyi tartışıyoruz!

Bilimi geliştiren sıkı adımlar ve sıkı sorular değil, tesadüfen sahneye giren salak adamların bize basit gibi gelen saçma sorularıdır. Bir salak bir soru sorar ve hayatın akışı değişir.

- Efendim, protezlerim yüzünden eğilerek çorap giyemiyorum. Siz makine mühendisiniz şöyle bana güzel ve pratik bir çorap giydirme aleti yapabilir misiniz?

Bir salak olarak yukarıdaki soruyu gerçekten mühendislere şu andan itibaren sormuş bulunuyorum. Beni ciddiye alacak bir adamın bu buluşu yapmamasına hiçbir manisi yok. Yeryüzündeki ihtiyaçları, ihtiyaç sahipleri belirlediğine göre, bilim adamlarının oturdukları yerden “Kimin neye ihtiyacı var?” sorusunu sorması imkânsızdır.

Alim, sorusu sorulmamış cevapların toplandığı manyetik bir alandır. Bilim adamını, alimi kışkırtan cevaplar değil sorulardır. Onlar sorularla boğuşmaya gelir dünyaya. Bilmek cevaplamaktır. İnsanların neyi, ne kadar bildiğini teyit etmesi ise yine sorularla mümkün olur. Alimin sorusu, karşısındaki iddia makamını sorgulamaya yarar, oysa sıradan insanın sorusu öğrenmeye yöneliktir, edilgenlik taşır. Edilgenliğin farkında olan bilim adamı veya âlim soru sormaktan belki de bu yüzden kaçıp duruyor?

Akıllıca soru sorarak bilginlerin dibini oyma isteği hepimizde vardır. Becerebildiğimizde sosyalite içinde belli bir kariyere oturarak gücümüzü gösteririz. Bu güce sahip olmayı kim istemez ki?

“Doktor olmuşsun ama adam olamamışsın…” sözü karşımızdaki insanın bilgilerini hiçleyerek başka bir alanda dibini oymaya yarayan önemli bir yortu cümlesidir. Yıllarınız vatan-millet aşkına bir odaya kapanarak çalışmakla geçer, kendinizi yetiştirip sokağa çıktığınızda sıradan bir adam sizden gündelik bir maddi yardım ister ve siz onun taleplerini karşılamadığınızda cümleyi yersiniz: “Ben de seni adam sanmıştım!” Onların gözünde yine adam olmadığınızı anlarken gözünüz-den yaşlar akar ve uğruna ömür verdiğiniz insanlara lanet yağdırırsınız. Onlarla iletişim zordur. Onlar her yerdedir. Yayık ağızları, açılmış avuçlarıyla sürekli bir şeyler isterler. Tükenene kadar verseniz bile kurtulmak zordur.

Selçuklular Anadolu’yu mesken edindiklerinde kalıcı olduklarını göstermek için taş mimariye önem verdiler. Taş iddiadır. Bir yerde kıpırdamadan durmaktır. Uzun yıllar bir yerde tarihe tanıklık etmek dağların ve taşların özelliğidir. Söğüt erkenden büyür ama erken yok olur, oysa çınar geç büyür geç ölür. Osmanlı’nın kuruluş ağacı söğüt, İmparatorluk ağacı çınardır. Şimdi aynı paralellikten bakarak taşı ve ahşabı anlatmaya çalışıyorum.

Osmanlı, İmparatorluğun yükselişinde en sert taşlardan birisi olan mermere gününü gösterip yumuşamıştır. Anlattığım şey kahve kabadayılarının da felsefesini oluşturur.

Aleme yeni giren çiroz başka bir çöplüğün en güçlü adamına takar kafayı. Eğer onu devirmesini becerirse bir sürü küçük kabadayıyla uğraşmadan ehliyetini alacağını bilir. Şansı yaver gidenler altın vuruş yaparak yerini kısa zamanda sağlamlaştırır. İmparatorluk da rüştünü ispatlayınca kendisini fani ahşabın kollarında buluyor, doğrusu da bu…

Ahşap işçiliğinde; ceviz, elma, armut, sedir gibi oyma tekniğine uygun, sert olmayan ağaçlar seçilir. Yapı özelliklerine bakıldığında saydığımız ağaçlar suyun dikine yetişmez. Suya uyum sağlayan ağaçların işlenmesi kolay, dikine gidenler serttir. Tabiatta dikler ayakta kalmaz. Yetiştiği coğrafyaya uyumlu, her şeyin suyuna giden varlıklar uzun yaşar. Bir nevi kimliksizlik gibi görünür ama olsun. Yok olup gitmekten iyidir!

Ahşapta iki teknik vardır. Oyma ve kabartma… Oyamadığımız şeyi kabartırız. Modern anlamda yıkama-yağlama deyimi de buradan geliyor. Oyamıyorsak kabartır, gaz veririz.

Gaz verdiğimiz kişiler bizi kendilerine yakın görürler. Böylece onların yakınlarında olup tehlikeden kurtuluruz. Bir nevi zekâdır dememizde de mahsur olacağını sanmıyorum! Gaz vererek bazı insanları bilmediği cephelere göndermeyi iyi beceriyoruz. İntikamın bu şekli çok az millette vardır. Çünkü biz fizibilite yapmadan bilmediğimiz işlere “Ya Allah” deyip girmekte ustayız. En önemli kararlarımızı başkası bizim adımıza alabilir. Bilgi eksikliğimiz bizleri maceracı yapmıştır fakat bu maceracı ruhtan kârlı çıkan insanlarımızı görünce de övünmeden edemiyor insan. Hayatı boyunca köyünden çıkmamış, okuma yazması olmayan on binlerce insanımız “Ya Allah” deyip Almanya’lara gitti. Bir şekilde orada tutundu, şimdi üçüncü kuşak Almanya ticaretinde önemli söz sahibi oldu ve seksen bin Alman’a da iş verdi…

Apartman delilerimiz vardır bizim. Yönetim, biriyle papaz olacağı zaman onu kullanır. Ünlü oymacı yöneticilerimizin biricik cümlesi de şudur: “Bu işi ancak sen çözersin abi, bizi aşıyor, adam pisliğin teki, bir delikanlının ona gününü göstermesi gerek…” Deli, baltasını-bıçağını kapıp hedefi vurur, elleri kelepçeli hapishanenin yolunu tutarken yine aynı adamlardan sesler yükselir: “Sabırsız davrandın abi, o kadar adam varken sen niye zıpladın, memleketi sen mi düzelteceksin, herkes kızdığını öldürürse, kendini yaktın çoluk çocuğunu da…”

Memurlarımız oymacılık sanatının bütün inceliklerine hâkimdir. En ince yerleri bir sanatçı titizliğiyle zamana yayarak oyarlar. “İyi adam, hoş adam ama…”

“Neyse, şimdi dedikodu yapmayalım…” sözleri gramer ve teknik olarak muhteşem gelişmiş bir silahtır. Kelime kelime inceleyecek olursak oymacılık sanatının tüm sırları çözülür:

“Neyse” boş ver, anlamındadır. Karşımızdaki insanın üstünde konuşulmayacak kadar değersiz olduğunu ima eder. Böylece karşımızdakini eleştirmeden neredeyse hadım ederiz. Geride anlatılacak çok şey vardır fakat “şimdi” sırası değildir. Zehri salgıladığımız için yanımızdaki onu mercek altına alacak küçük bir hata yakaladığında aynı fikirlere sahip olduğunuz ve konuyu daha önce çıtlattığınız için size geri dönecektir. Bu durum size ikinci bir fayda sağlar çünkü dedikodu yapmadan konuşmayı kesmiştiniz, şimdi yanınızdaki onun hakkında dedikoduyu başlatan kişi olacaktır.

Büyük cümlenin yeteneği sadece buraya kadar anlattığım şeyler değildir. Toptan bakıldığında da muhteşemlik arz eder: “Neyse, şimdi dedikodu yapmayalım…” diye konu kapatıldığından, size de ince bir gönderme yapılır… Oturup düşünürsün: Ben o adamı tanıyamamışım, çünkü salağım…

Gördüğünüz gibi cümle kurulduğu andan itibaren kuşatma altına girersiniz ve birileri sizi içeriden fethedip yönlendiriyor gibidir. Salaklığınızı yenmek biricik emeliniz olur. Sürekli açık aramaya başladığınız için de ne yapar eder onun bir hatasını büyütüp zekânıza kavuşursunuz, taa ki bir gün yapayalnız kalana kadar. Çünkü oymacılar sayesinde çevrenizde insan kalmaz! Bizler, Çin’i de, Bizans’ı da içeriden çökerttik. Her ne kadar son yüzyılda dış siyasetimiz zayıf görünse de kazın ayağı öyle değildir. Dünya siyaseti ve bürokrasisine katkılarımız saymakla bitmez. (şimdi bu da siyaset bilimci tarihçilerin işi, kızacaklar diye yazamıyorum!)

“Bir şeyi, elinizdeki yortu aletine çekiçle vurarak oyarsınız. Malzemenin sertliği ve yumuşaklığına göre vuruşlarınızın gücü belirlenir, bununla da kalmaz vereceğinizin inceliği, kalınlığı açısından yortu aletinin kabalığını dengelersiniz.”

Tırnak içinde kurduğum cümle sizlere embesil bir adamdan çıkmış gibi görünüyor olabilir ama belgesel metni gibi görünen metnin ne kadar acıklı olduğunu istesem de size anlatamam, çünkü paragrafı yazarken ağladım! Kovulduğum kapılardan, laf anlatamadığım insanlardan yediğim cümleler geldi aklıma.

Çaresizlik korkunç bir şeydir. Hele de karşınızdaki odunlardan daha bilgili, daha ince ve daha zayıfsanız… “Zamanın Efendisi” adlı romanımı okuyanlar bilecektir… Zamanın Efendisi, tüm bu duygular üstüne kurulu muhteşem bir romandı. Çok az insan anladı… İnsanlar kitabın ismini eleştirmekten eserin derinliğini anlayamadı. Yüzüklerin Efendisi, romanına gönderme olduğunu zannedip bana kızdılar, oysa kitabımın ilk ismi “Rakı şişesinde Zemzem”di. O zamanlar Gendaş’ın editörü sevgili Metin Kaçan olduğundan, romanımın isminin “Zamanın Efendisi” olmasını istedi. Öyle oldu… Bomba gibi bir romanın hakkını çekemeyenler böyle yedi…

En sevdiğim romanlarımdan biri olduğunu her zaman söylemekten gurur duyuyorum, zayıflarla güçsüzleri onun kadar iyi anlatabilecek bir kitap daha yoktur, iddia ediyorum... Yazılmadı, yazılamayacak! Konuyla ilgili Kentkitap’tan çıkan ve çok satan “İçinizdeki Öküze Oha Deyin” kitabımı da çok önemsiyorum, haberiniz olsun!

Dünyada güdümsüz bir cümle yoktur. Kelimeleri bazen kana bazen de bala bulayarak yan yana getiririz. İnsanlık dili bulunca yavaş yavaş kaslarıyla savaşmayı bıraktı. Dil kılıçları çekildi. Kelimelere hükmeden emniyet içinde yaşıyor. Oyuyor, oyuluyoruz, kâm alıyoruz dünyadan…


Bülent Akyürek'ın Yazısı.