On dört yıllık bebek ülkenin yüzyıllarca yıllık saray ovasında İmparatorluk yadigârı minareler karşıladı bizi. Adı günümüze Sarajevo olarak gelen bu şehre uğrayamadan Mostar’a doğru yola çıktık.

Sonsuz yeşillik ve baharın renkleri arasında kıvrıla kıvrıla otobüsle ilerlerken sevdalinka dinleyip Bosna’nın ruhunu tümüyle hissetmeye çalıştık. Dağlardan fışkıran katırtırnaklarının sarısını kayalar arasına yerleşmiş irislerin moru sürmeliyordu. Ben ise Hersek bölgesinde bulunan, Mimar Sinan’ın öğrencisi Hayreddin tarafından yapılmış Mostar Köprüsü’ne varıp bir Bosna kahvesi yudumlamak için yanıp tutuşuyorum.

Eski şehrin sokaklarında ilerliyorum. Ruh inceliği ile karşı konulmaz görsel ihtişamın kucaklaşmasını sunan Osmanlı mimarisi, kulesi, kalesi ve köprüsüyle karşımda. Gün batımının yarattığı renk cümbüşünün Gökyüzü ve Nevetra’nın sularında dans edişini izledim. Oysaki 1993 Kasımında halk Hırvat bombardımanından yıkılan köprünün sarsıntısını ayaklarının altında hissetmiş, şehrin gerdanlığının çöküşüne şahit olmuştu.

Kanuni’nin emriyle şehirde köprü yapımına başlayan Mimar Hayreddin önce Mostar’ın minik kopyası olan yamuk bir köprü yapar. Bugün hala ayakta olan bu köprü, Eski Çarşı, Karagöz Bey Medresesi, Tabakhane Cami, Nezir Ağa Cami gibi Osmanlı’dan günümüze gelen pek çok eser gibi Neretva’yı çevreliyor. Kayrak taşından yapılmış çatılara sahip geleneksel Mostar evleri hem hoş bir görüntüye sahipler hem de yazın serin, kışın sıcak yuvalar sunuyorlar sakinlerine.

Köprünün iki başında bulunan Halebiye ve Tara kulelerini göreceğiniz bir kahveye oturmalı ve lokum eşliğinde sunulan Bosna kahvenizi bu şekilde içmelisiniz. Şaşırmayın, her an şehrin gençlerinden birisi köprünün üzerinden estetik bir atlayış yapabilir. Evvel zaman içinde gençlerin sevgililerine cesaretlerini ispatlamak için yaptıkları bu atlayışı bugün dalgıçlar turistlerin verdiği otuz Euro karşılığı yapmakta. Günümüzde “aşkın yerini para almış” haberimiz yok.

Kulede bulunan dalgıç kulübü köprü tamir edilirken Nevetra’nın sularından orijinal taşları çıkarmış. Sağlam olmayan taşların yerine aynı taş ocaklarından getirilen kesme taş kalıplar getirilmiş ve geçirme usulüyle bire bir orijinaline sadık kalınıp aralarına kurşun dökülerek yerine konulmuş.

Mostar öksüz bir Osmanlı şehri. Papa’nın hediyesi kocaman haç şehrin en yüksek tepesinden Fatih’in yıllarca hüküm süren fermanına nispet Allah’a uzanan minarelere üstten bakıyor.

Dubrovnik’e doğru yol alırken sırtını hilal şeklindeki kalesine dayamış Türk köyüne uğradık. Poçitel otuz iki hanesiyle Boşnakların yaşadığı bir köy. Savaş sonrası tamir edilen hamamı, koruyucu kalesi ve dua eden minaresiyle bugün ressamları ve yazlıkçıları ağırlamakta. Turistleri kollarına sepetleri takmış kuru ve yaş meyve satan köylüler karşılıyor. Biraz yolluk ve birkaç kare resim alıp yola devam ettik.

Yol arkadaşımız Neratva’yla Dalmaçya sahillerine döküldüğü yerde vedalaşıp Neum ile tanıştık. Bugün Hırvatistan’ı ikiye ayırmasına rağmen Bosna toprağı olmaya devam eden Neum, Bosna Hersek’in tek denize sahili olan bölgesi. Akıllıca alınan kararlar yüzyıllarca evvel bile olsa bugünkü topraklarda söz sahibi olabiliyor. 16. yüzyılda iki kere kuşatıp da alınamayan topraklara Venedik sahip çıkmaya kalkınca Dubrovnikli tüccarlar Neum’u kaybetmek yerine Osmanlı’ya satarlar. Yüzyıllar içinde ülkeler değişir, diller karışır, güneş batar ve Yugoslavya özgür olur. Bu ülke sosyalizmin çöküşüyle bölününce Bosna ve Hırvatistan kanlı bıçaklı olurlar. İki tarafta Neum bizim diye dursun Demirel “Kızdırmasın Hırvatlar bizi satış belgeleri elimizde dikeriz Türk bayrağını!” diye rest çeker.

Bosna-Hersek ya da benim deyişimle bebek ülke tüm vakuruyla ayakta durmaya çalışıyor. Yaşadığı acının izlerini göstermemeye çalışarak… Yıkılıp kalmış binalarında, kırık minaresinde, gazilerin eksik bacaklarında ve yetimlerin gözlerinde saklı o derin acısını gizleyerek...


Hande Berra'ın Yazısı.