Bir Yazarın Doğuşu
‘‘Abi bu ay göremedik yazını? Hayırdır? Sorma hacı yaa, yayın kurulundan geçmemiş. Çok biliyorlar onlar! Başka dergilere yazacağım artık!”
Doktorluk, tüccarlık, reklamcılık, eğitimcilik, grafikerlik, futbolculuk, elektrik ustalığı vs. Türk milletine has bir özellik midir bilinmez, herkes her şeyden anlar. Yazarlık da bunlardan biridir…
Lise döneminde ergen duyguların kabarması, aile içi anlaşmazlıklar ve yaşanması muhtemel aşk acıları insanı bir tribe sokar. Gaza gelen birey, yalnızlığından aldığı güçle kalemi kuşandığı gibi dayanır kağıda, başlar yazmaya…
Yazmak güzeldir. Yıllar sonra dönüp baktığında o anki duygularını, ekmeğin fiyatını, kaç kilo olduğunu vs okur ve genelde gülersin. Yazmak güzeldir. Sevdiğinin yüzüne söyleyemediklerini kağıda döşenirsin ve onun gözünde kat be kat yükselirsin. Buraya kadar her şey iyidir, güzeldir. Ama eşin dostun gazlamasıyla kendini edebi bir cevher sanmaya başladı mı insan, işte orası sakat.
Verilen gazlar sonucu kendine güveni gelen yazarımız, “Hiçbir şey olamazsam şu olurum” düşüncesiyle, fırsatını bulur bulmaz kitlelere açılır. Yani yazı yazar. Engin derinlikleri olan, harikulade bilgiler içeren, akademik yazılar…
Teknolojinin ilerlemesi işini kolaylaştırmıştır. Bilgi çağının temelini oluşturan internet sayesinde forumlara takılır. Oradaki yazıları “Ctrl + C” yardımıyla kopyalar. Wikipedia’dan da bilimsel (!) açıklamaları arakladıktan sonra olduğu gibi yapıştırır. Öyle hunharca yapıştırır ki, linkler bile durmaktadır yazının içinde. Altına da babalar gibi imzasını çaktıktan sonra “araştırma yazısı” titriyle yazısı “olmuş”tur.
IPhone, IPad, Google Docs, olmadı cep telefonunun notlar bölümü de işini fazlasıyla görür. Otobüste giderken yaslanacak bir yer bulur ve etrafına bakar. Şoförün çılgınlıklarını, muavinin giderlerini, yolcuların birbirleriyle sürtüşmeleri müthiş malzemelerdir. Kişilik tahlilleri yapar ve teşhis koyar. Çünkü onun içinde aynı zamanda bir sosyolog vardır.
Olmazsa şikâyetlerini kaleme alır. Şikâyet edecek şey çoktur. Kadınların erkeklerden centilmenlik beklemelerini, trafiği, ekmeğe yapılan zammı, internet yasaklarını, işsizlik sorununu, bir türlü mevsimine karar veremeyen havayı yazar ergen bir üslupla. Bu da bir yöntemdir.
İşte böyle böyle yazmaya başlar. Devrik cümleler kullanır umarsızca. Ünlülerden alıntı yapar. Ya da fikirlerine güvenmiyorsa hayali bir yazar yaratıp ondan destek alır. Thomson diye bir filozof uydurur mesela. Bu şekilde entelektüel de görünür hem, karizma yapar.
Sinemaya gider, konserlere ve bilumum etkinliklere katılır. İzleyici değil de eleştirmendir. Bir Hıncal’dır, bir Uluç’tur. Eleştirecek bilgi, Allah’ın ona verdiği bir yetenektir, lütuftur.
Bu yöntemlerde başarıya ulaşamadıysa eğer, artık son kozunu oynar. Bir yazarın arkasına sığınır ve gölgesinde takılır. Orda karpuz misali büyür. Türklüğün getirdiği zekâyla yaşamayan bir yazar seçer. Böylelikle işler yolunda gitmediğinde yazar çıkıp da kendisini engelleyemez. İyi taktiktir. Tutar, tutmuştur da… Zaten yazarımızı eleştiren insanlar olacak ve böylelikle ismi daha çok duyulur. Sonra meyve veren ağaç taşlanır tribine girip bunu bi başarı addeder. Ayrıca meyve veren ağaç taşlanır…
Bu yöntemlerin birini veya bir kaçını kullanarak az da olsa bir kitle yapar. Facebook’ta karşı cins kendisini ekler, Twitter’da ve bloglarda takipçileri artar. Daha da gaza gelir. Daha çok yazmak, popüler olmak ister, daha çok, daha çok… Onun ünlü yazarlardan neyi eksiktir ki. Salar gider. O erer muradına, biz de kiremite çıkıp seyreyleriz güzeli…
Not: Şimdi diyeceksiniz ki “sen ne ayaksın?” Benim amacım insanları yazı yazmaktan soğutmak değil, prematüre yazar popülasyonunu az da olsa baltalamak. Çünkü yazarlar çok bozdu. Bayağı bozdu. Öyle böyle değil. Önünü alamadık, öyle kötü bozdu. :)
Mahmud Sami Erdem 'ın Yazısı.