Güçsüzlüğümle Güçlüyüm
Murat Çelik Kimdir?
Murat Çelik 1965 doğumlu bir müzisyen. Sevenlerinin ifadesi ile düşlerimizin tutsak kahramanı. 1993 yılında Murat Yılmazyıldırım ile birlikte Düş Sokağı Sakinleri grubunu kurdu. Grupla üç albüm çıkardı. Sonra bu gruptan ayrılarak “Seyyah” isimli albümünü çıkardı. 2004 yılında "Gülziya" isimli bir roman kaleme aldı. Ardından 2005 yılının sonlarına doğru "Aşkın Elif Hali" isimli bir şiir kitabı çıkarttı. Hissettiklerini ve yaşadıklarını: "Aklınızla kalbinizin kesiştiği yere dikkat edin, elimizde bir tek o kaldı" diyerek özetliyor.
Gerçek manada yıkım, gerçek manada terör, gerçek manada zulüm, her şeyden önce insanın kendisiyle başlıyor. Ben de bu anlamda kendi içine doğru yolculuk eden bir adamım.
Bir röportajınızda “işe önce kendimizden başlamalıyız” diyorsunuz. Sormak istiyorum: Murat Çelik’in kendinden başladığı nokta neresidir, şu an geldiği nokta neresidir? Bu süreci özetler misiniz?
Sürekli başlama halindeyim ben. Bu “an”da yaşanan bir şey, sürekli başlama halindeyim. İnsanın kendinden başlaması zaten kendini tanımaya gayret etmesi demektir. Çünkü gerçek manada yıkım, gerçek manada terör, gerçek manada zulüm, her şeyden önce insanın kendisiyle başlıyor. Ben de bu anlamda kendi içine doğru yolculuk eden bir adamım. Yolculuğumu en güzel şekilde sürdürüp en güzel bir biçimde tamamlamak istiyorum inşallah.
Düş Sokağı Sakinleri grubundan ayrılışınız, sessizliğiniz, tek başınıza çıkardığınız solo albüm… Bu süreçle ilgili kafalarda soru işaretleri var hâlâ. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Hafızam beni yanıltmıyorsa, Düş Sokağı Sakinleri 1992’de şekillendi. 93 sonuna doğru albüm çıkardık. Üç albüm yaptık beraber. Ondan sonra da bir ayrılık girdi araya. O zamandan bu zamana Murat da ben de profesyonel olarak müziğin içindeyiz.
Dine yönelişiniz ayrılığa sebep oldu, bu yüzden sıkıntılar çıktı diye duyduk?
Bunun etkisi yok diyemem, var tabii ki. Var ama çok konuşulmaya değer bulmuyorum. Esas mevzular başka mevzulardı. Onlar da Murat Yılmazyıldırım’la benim aramda olan şeyler, Allah’ın izniyle de mezara kadar gidecek. Üzerinde konuşmaya hiç gerek yok. O yüzden söylüyorum, şarkılarınızda, resminizde, filminizde, kitabınızda, şiirinizde bir sürü şey söyleyebilirsiniz. Mesele söylediğinizi hayata geçirmektir. Hayata geçirmiyorsanız gerçekten boştur yani. O yüzden hep söyledim, insanın önce kendi iç yolculuğunu tamamlaması gerekir. Kendi iç yolculuğunu tamamlamayan ya da bu uğurda gayret göstermeyen kişinin yaptığı iş eksik olur kanaatindeyim, yaşam da bunu gösteriyor. Çünkü gerçekten de önce söyleyeceklerimizi karşımızdakinden önce kendimize söylememiz gerekir. Böyle olduğuna inanıyorum. Bu yüzden de aramızda ayrılıklar çıktı, sorunlar çıktı, müzikal anlamda farklılıklar başladı, ego, nefsi durumlar…
Dinleyici kitleniz için, sizin deyişinizle “aklın ve kalbin kesiştiği noktada” oldukları söylenebilir mi?
Var, ama çok az. Müzikal anlamda konuşuyorum bunu. Çünkü öbür türlü konuşursam tanımam lazım, tanımadan haksızlık edemem yani, kimin ne olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Ancak zahiri anlamda karar verebiliyoruz. O yüzden de bilemiyorum. Ama müzikal anlamda az. Müzikal anlamda ortaya bir değer koydum ben, buna inanıyorum Allah’ın izniyle. Hâlâ çalışıyorum, sürekli kendimi geliştirmek için uğraşıyorum. Fakat bazı zorluklarla da karşılaşıyoruz. Özellikle birtakım magazin haberleri; Müslüman oldu… Dinleyicilerin arasında örneğin inanç sahibi -daha doğrusu herkes inanç sahibidir de- iman sahibi insanların müziğimde beklentilerin şöyle olduğunu gördüm. Böyle, Allah, Muhammed lafı geçsin. O zaman yapılan müzik iyi. Ama öteki türlü yırtınıyorsunuz, gerçekten bir değer koyuyorsunuz ortaya, bir şey yok yani! O anlamda gerçekten çok büyük adım atmak lazım. Çünkü hayatta hiçbir şey yeni değildir. Ama biraz olsun farklı bir şeyler söylemek lazım. O uğurda gayret ediyorum. Gerek insan-insan ilişkisinden tutun, gerek insan-Allah ilişkisine, gerekse insan-eşya ilişkisinde hep bir enerji gerekir. Enerji vermezsiniz bütünleşemezsiniz. Müzik de böyle bir şeydir. Ama gördüm ki, her kesim için geçerli bu, enerji vermek pek istemiyorlar. Sadece hazır klişe laflar söylensin, klişe temalar çalınsın isteniyor. Kendi yaptığım müzikte de onu görüyorum. Örneğin pervane adlı bir parçam var. O parçada bazı konserlerde doğaçlama sözler söylüyorum, kendiliğinden geliyor. O ana kadar, müzikal anlamda akademik olarak gerçekten çok hoş şeyler yapıyoruz. Ama bunların hepsi gözden kaçıyor. Orada diyelim ki dini bir vurgu yaptığınız zaman, oo müzik sanki oymuş gibi algılanıyor. O da beni kahrediyor yani. Tabi bunun için bir altyapı gerekli, bu altyapı için zaman ve sabır gerekli. Örnek teşkil eden insanların çok olması gerekli. Biz de sabrediyoruz, elimizden geldiğince yapmaya çalışıyoruz.
Buradan romanınıza geçecek olursak, sizi edebiyata yönelten şey ne idi? Müzikte eksik kalan bir şey mi vardı ki edebiyata yöneldiniz?
Yok. Buradan hareket edersek, edebiyatın müzikteki eksiklikten çıktığı sonucuna varırız. Yani beni hareket ettiren bir şey yok, bu doğal. Allah insanı meşrebine göre yaratmıştır, meşrep belirlemiştir. Kendiliğinden çıktı, yani edebiyat ve müzik ya da şiir ya da sinema, resim.. Bunlar ayrılmaz bir parça. İsteyen istediğini yapabilir, yeter ki söyleyecek bir şey olsun, bir bütünlük olsun, bir değer taşısın. Bir şair dizesindeki söylediği imgelerin ağırlığını omuzlarında taşıması lazım. Keza bir müzisyenin de söylediği şarkıların, tınılarının ağırlığını omuzlarında taşıması lazım. Ressamın öyle; renklerinin ağırlığını omuzlarında taşıması lazım. Zaten bu ağırlığı omuzlarında taşıyabilme gücünü gösterenler gerçekten onurlu bir şekilde ayakta duruyorlar. Hepsine selam olsun.
Popüler kültürün putlar yarattığını ve sanatçıların ilahlaştırıldığını söylemiştiniz zamanında. Aynı şey şu an sizin için de vaki oluyor diyebilir miyiz? Bu konuda sevenlerinize ne söylemek istersiniz?
Tabi oluyor, yani bunu yaşıyoruz. Ama bunda suçlu yalnızca dinleyici değil, icracı da aynı şekilde bu suça ortaktır. Belki birazcık daha dinleyicide sorumluluk daha fazla. Çünkü bitkilerin, eşyanın, insanın ve diğer canlı varlıkların yaşadığı şu dünyaya bir baksa, kendisinin halkanın bir zinciri olduğunu çok iyi görecektir. Dolayısıyla da, sahnede olan kişinin kendinden üstün tarafı olmadığını görecektir. Çünkü eğer o dinlemese kime çalacaksın. Bu bilinçten yoksun oldukları için ve sürekli de yıllardır şöyle bir dolduruş içinde oldukları için: “sanatçı olan, sahnede olan işte şeydir; başka düşünür, başka yaşar, başkadır, şöyledir, böyledir…” böyle oluyor. Ama sanatçı adam ancak ve ancak bir paylaşım olduğu zaman yaşamını sürdürür. Dolayısıyla kim kime afra tafra atıyor yani. Kim kime üstünlük taslıyor yani. O sanatçı adamın onu dinleyenden üstünlüğünü ne belirliyor ki? Yani duygularını doğru düzgün ifade etmesi mi belirliyor? O duyguları doğru düzgün ifade edebilmesi için ekmek yemesi lazım, fırıncıdan ekmek alması lazım, anlatabiliyor muyum? Bir yere gitmesi lazım, dolmuşa, otobüse binmesi lazım. Onu taşıyacak bir insanın olması lazım. Bu bir harmonidir, uyumdur. Dünyanın, evrenin uyumudur. Bu uyumu göremeyenlerde böyle çatlaklıklar başlıyor işte. Mevzu bu.
Bir seveninizin tabiri aynen şöyle: Popüler kültüre en büyük tokat Murat Çelik’tir. Katılıyor musunuz bu söze?
(Gülüyor) Ben pek girmek istemiyorum bu popüler kültür konusuna, çünkü çok konuşuldu. Hayatta her şeyin bir yeri vardır, karşılığı vardır. Arabesk müzik kötü, metal müzik kötü, pop müzik kötü.. Yok öyle bir şey! Hayatta iki tarz müzik vardır: İyi müzik-kötü müzik. Şimdi, arabeskin içinde o kadar muhteşem yapıtlar var ki, klasik müziğin içinde o kadar rezil şeyler var ki… Yani nedir iyi olan, kötü olan? Bunu belirleyecek olan, dinleyicinin, alıcının; talep edenin yani talebenin kültürüdür, altyapısıdır. Az çok neyin değer taşıyıp taşımadığını şekillendirebilmesi lazım kendinde.
Müziğin sizdeki karşılığı nedir?
Bilmiyorum.
Güzel. (Gülüyoruz.) Peki Murat Çelik en çok neyin derdinde, neyin kaygısını taşıyor?
Adam olabilmenin kaygısını taşıyor.
Beslendiğiniz kaynaklarla ilgili konuşacak olursak… Mesnevi mi acaba diye not almışım…
Nedense insanların aklına hep öyle şeyler geliyor. Tasavvufi eserler falan. Bu bir hastalık ya. Ciddi anlamda bir hastalık yani. Allah’ın Peygamberi, kitabı dururken… Reddetmiyorum ki Mevlana’nın, özellikle Şems’in ben de özel bir yeri vardır… Ama gerçekten kimse Allah’ın kitabını okumuyor yani. Bu söylediğim iman ediyorum diyenler içindir. Benim için Allah’ın rasûlü ve kitabıdır öncelik dediğim zaman, tamam da başka kim var vs deniyor. Neyi tamam!? Mevlana şimdi yaşasaydı, yazdıklarını yırtar atardı ve başka bir şekilde yazardı.
Namaza gitmek, Allah demek, müzik dünyasında sizin için zorluklara, bir yadırganmaya sebep oldu mu?
Kimse kimseye bu anlamda bir şey diyemez ki. Sadece zorlukları var. Zorlukları nedir? Müslüman olmanın getirdiği bazı zorluklar var, sorumlulukların var. Sen bir iddia taşıyorsun, Müslüman’ım diyorsun, bir iddia taşıyorsun ve dolayısıyla iddianı ispatlamak zorundasın. Her şeyden önce kendine ispatlamak zorundasın. Çünkü kendine ispatlarsan senin aynandan etrafa yayılacaktır. Dolayısıyla insanın kendine ispatlaması Allah’a ispatlamasıdır. Kendinin razı olması Allah’ın razı olmasıyla eş anlamlıdır aslında. Bunları tırnak içinde, manayı gözeterek söylüyorum, lafzi anlamıyla söylemiyorum. Allah’ın istediği bir takım şeyler var senden. Erdemliliğe yönelik olanları olmazsa olmazdır. Bunları şimdi geçiyorum. Ama müzik yapmak istiyorsunuz, yapacağınız her yer bardır yani. Barların dışında Türkiye’de müzik yapabileceğiniz bir yer yok. Ortam da uygun değil zaten. Ne yapıyorsunuz? Artık görünememeye başlıyorsunuz piyasada. Ben yıllardır, çeşitli gazetelerde, televizyonlarda olsun, dergilerde yaptığım röportajlarda, sohbetlerde bazı şeyleri vurguladım. Bu ülkenin gerçekten eli paralı adamları var Müslüman olduğunu söyleyen. Allah ayetinde yolda kalmışlara yardım edin diyor, yolda kalmışların ne olduğunu iyice düşünmek lazım. Bu ülkede bir sürü insan, bir sürü genç müzik yapmak istiyor. Ama bu çocukların müziğini icra edeceği yer yok. Çok mu zor böyle mekanlar açmaları? Müzik malayani mi yani? Ama bir görseler, en büyük silahlardan biri olduğunu bir anlayabilseler işin rengi değişecek. Ya da birileriyle konuşuyorsunuz, diyorsunuz ki: Kardeşim, bu Allah için çok büyük bir hizmettir. Sen bunun yerine yüz tane cami yaptırsan bunun yerini tutamazsın bu çağda. Gelin bir mekan açalım, buraya gerçekten değer taşıyan, eli ayağı düzgün müzikler koyalım. İnsanlar gelip dinlesinler. Lakin bu anlayış, onca mesele varken bu mu falan diyor… Ama bunu diyenin de çocuğu, isim vermeyeceğim, dinliyor. Anlatabildim mi neler dinlediklerini? Çünkü örneklik yok ki çocuğun önünde. Şimdi benim hanım kardeşim nerede müzik dinleyecek? Ha, gidecek birkaç tane yer var, orada da yıllardır aynı şekilde insanları sömüren, Allah, Muhammed lafızları geçen içinde, adına ilahi denilen tuhaf bir müzik. Allah’tan ki zamanında yapmışlar etmişler, çok güzel örnekleri var. Hâlâ, kelimenin ağırlığını bilerek söylüyorum, insanları sömürerek, duygularını sömürerek, üzerine bir taş dahi koymadan, hatta var olan taşı da bozarak müzik yapan insanlar var. Çıtayı biraz yükselteyim de, Müslüman kardeşimin de çıtası biraz yükselsin diye bir gayesi yok. İki günü aynı olan ziyandadır. Bunların hayatı ziyan. Bunlar da çıkıp karşıma bir şey yapmamışım gibi bakıyorlar. En nihayetinde birisi kabul etse bu projeyi, Anadolu da veya işte Üsküdar’da yapalım diyor. Oldu!! Çarşamba’da birbirimize tebliğ edelim yani. Kardeşim hayır diyorum, bilakis Taksim’in göbeğinde yapalım. Yani bu zihniyet, bilemiyorum… Tırnak içinde söylüyorum bunu, çaresiz kaldığımı da kabul ediyorum yani.
Seyyah isimli parçanızla ilgili konuşacak olursak… Bu parça birçok insanın uğrayacağı durakları da içeriyor diyebilir miyiz?
Tabii. Benim yazdıklarım, benim kendimle olan kavgalarımdır. Kavga biterse olay biter. Bu kavga; Hayata Allah’ın bak dediği yerden bakmaya gayret eden insanlar için, onurlu bir biçimde dik durmaya gayret eden insanlar için, bu kavgada ortak şeylerimiz var. Ben bu kavgaları tınıyla ya da değişik bir sözle ortaya koyuyorum, bir başkası resimlerle ortaya koyuyor, bir başkası şiirle ortaya koyuyor. Ama bu kavgada buluşuyoruz ki beğeniliyor. Bu, şarkıyı yazana da bir anlam katıyor. Dolayısıyla, kaygılarımız aynı yani. Değişik bir kaygı yok. O yüzden buluşuyoruz zaten. Çünkü bizler bir ayna görevi görüyoruz. Ben bir aynayım. Aslında beni dinleyenin, okuyanın, kendi güzelliklerinin benim aynamdan tekrar kendisine dönmesinden başka bir şey değil. Çünkü beğeniyorsa, anlamlı buluyorsa, söylenenin, çalınanın ötesine geçilebiliyorsa, bu kendi güzelliğinin yansımasından başka bir şey değil ki. Mevlana örneği verdik biraz önce. Onun dediği gibi: Bu işler karşılıklı, susayanın suyu araması gibi su da susayanını arar.
Hepimiz yalnız ölürüz diye bir söz var… Yalnızlığın sizdeki anlamı?
Var olduğunu anlayan, idrak eden insan yalnız kaldığını görecektir. Ama bu yalnızlığın çok ciddi anlamda kalabalık barındırdığını da görecektir. O kalabalıktan da ne anladığımız… Çok büyük bir güç barındırdığını da görecektir aynı zamanda.
Teşekkür ediyoruz.
Süleyman Ragıp Yazıcılar'ın Yazısı.