Hatice Yaltırak

Hayranlarıyla arasında çoook kuvvetli bir bağ vardır. Ülkenin gidişatından endişe duyduğu anlarda kendini güvende gördüğü tek yer olan Facebook‘taki fan sayfalarına atar. Dertleşir. Öyle vay efendim buluşalım, vay efendim yüz yüze gelip de iki lafın belini kıralım şeklinde bir yakın temasa filan gelemez. Böylesi daha sterildir neticede.

1987 yılında konservatuarı bitiren genç piyanist, alanında kazandığı başarılarıyla dünyanın ilgisini çekmiştir. Ancak ne olduysa 2002 yılından sonra olmuştur.

2002’teki iktidar değişimi sonrasında Fazıl’ın canı sıkılır ve hayatında biraz değişiklik yapmak istediğinden aydınlığa muhtaç biz gericileri yüksek fikirleriyle aydınlatmak için kendini yazıya vurur. Kaleminin kustukları öylesine derinliklidir ki, bu sizde (ortadan) kaybolma hissi uyandırır! Yazı üslubunda ve içeriğinde Bekir Coşkun ve Yılmaz Özdil etkisi fark edilir derecededir.

“Gitmek istiyorum” diyerek ülke gündeminin ilk sıralarına yükselmesi ise Aralık 2007’ye denk gelir.

İslamcılar kazandı ben gidiyorum!

Almanya`da yayımlanan Süddeutsche Zeitung gazetesinin sorularını yanıtlarken, "Türkiye rüyalarımız kısmen öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı. Biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Başka yere taşınmayı düşünüyorum" demiştir. Ahmet Turan Alkan kendisine “Etme eyleme, bak değil 70, % 100 olsak, şu sizin % 30`un forsunu, havasını, edâsını, kültürünü yakalayamıyoruz” diyerekten gönlüne su serpmeye çalıştıysa da nafile! Zira asıl mesele Fazıl Say’ın Çankaya’ya çağrılmamasıdır. Buna çok içerlemiştir Fazıl; çünkü zat-ı şahaneleri “egonükleikasiti” fazla kaçmış bir müzisyendir.

Bu çıkışının ardından kayda değer hiç kimsenin gitme demediğini acı bir şekilde fark eden Say, "Hemen değil ama, ileride Türkiye`den ayrılmayı düşünüyorum. Biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz. Çankaya`daki davete bile beni çağırmadılar. Böyle giderse, bir kızım var, onu da alır yurtdışına giderim." diyerek çark eder. Mart 2009’da tekrar çıkar sahneye. Ve bu çıkış elbette ki sanatını sergilemek için değildir. Kültür Bakanı ile Nazım Oratoryosu üzerine bir tartışmayla gelir gündeme.

Dahi çocuk olmak zor iş!

Müzisyen olarak “dahi çocuk” diye nitelendirilen Fazıl Say, sorunlu bir çocukluk geçirmiştir. Anne ve babasının onun üzerinden giriştikleri iktidar savaşı ona karşı merhamet hislerimizi harekete geçirse de yazdıklarıyla bu hislerimize ket vurmayı ustalıkla becerir. Yurtdışında okumak bir aile geleneğidir onlarda ve bu onun en büyük övünç vesilelerindendir. Bir cümleye Amerika kelimesinin iliştirilmesi onun gönlünü çelmeye kâfidir.

Yaptığı sanatı halka indirme çabası da takdire şayandır, varoş konserleri diye nitelediği- elit olması bu nitelemeyi gerektirmektedir- projesini gerçekleştirmede bir kısım güçler sebebiyle muvaffak olamadığını alakalı alakasız her fırsatta dile getirir. Halka dokunabilme arzusu severken öldüren cinstendir.

Hayranlarıyla arasında çoook kuvvetli bir bağ vardır. Ülkenin gidişatından endişe duyduğu anlarda kendini güvende gördüğü tek yer olan Facebook‘taki fan sayfalarına atar. Dertleşir. Öyle vay efendim buluşalım, vay efendim yüz yüze gelip de iki lafın belini kıralım şeklinde bir yakın temasa filan gelemez. Böylesi daha sterildir neticede.

Düşüncenin sınırlarını zorlayan yapıtlarında kavram karmaşasından geçilmez. “Malum ve vahim ‘bizler-onlar’ ayrımına girmek, yapmamız gereken bazı şeyleri ihmal etmek bir hata olur. Nitekim oldu da. 2007 seçim sonuçlarında kanımca dayanışma eksikliğimizin de bir parça rolü var.” diyerek üç cümlede nasıl çelişilirin örneğini Türk yazın tarihine tüm varlığıyla armağan etmiştir.

“…Doğu şiir yazmıyor müsaadenizle, gökdelen yıkıyor./ …Amerika yanlışlıkla 3-5 tane kız çocuğunu öldürdü belki. Ama milyonlarca kız çocuğunu diriltti. Nazım şu aşamada Amerika’ya aferin derdi” “Ülkenin batısı Yunanistan, doğusu Afganistan gibidir. İnsanları da öyle.../…Güneydoğu`da oyunuz sıfır! Sıfır aslında iyi bir başlangıç noktasıdır...” vb. de ortalığa saçtığı incilerden bazılarıdır.

Konuşmalarında iflah olmaz aydınlanmacı zihni komutayı elde tutar ve siz onun bu ülke hayalleriyle bu toprakların köklü geleneği arasında ciddi bir kan uyuşmazlığı olduğunu kolayca fark edersiniz. Bekir Coşkun’un “göbeğini kaşıyan adam” tanımlamasını da aşkla sahiplenir. Dünyası sadece piyanosundan ibaret olan ömrünün yarısından fazlası uçak yolculuklarında geçen birinin toplum hakkında ahkam kesmesi de gerçekten trajikomik bir durumdur.

Enteresan tespitleri de mevcuttur. İlahileri müzikten saymaz. “Şeriatın gelebilitesini” yüksek bulur. Seçmen oylarını laik oy/ laik olmayan oy olarak ikiye ayırır. Bu topraklardan neşet eden derde deva sadra şifa meyveleri kendi üstün düşünce ve inanç sistemiyle ‘iyiler ve kötüler’ diye ayırır. Bir reklam filminde mehter takımıyla aynı karede yer alması hiç sahici değildir bu yüzden.

Ait olduğu akım

Fazıl Say, Genco akımının takipçilerindendir ve o da akımın diğer üyeleri gibi eline Erk alsa bile mağruru ve mağduru sahnelemekten geri durmaz. Akımın ileri gelenlerine göre muhafazakar, dindar, İslamcı, mütedeyyin adına her ne derseniz deyin bu ve benzeri hayat algısına sahip insanlar kültür ve sanattan çatlasalar patlasalar anlayamazlar.

Kendilerince zararsız gördükleri eserleri cımbızla seçerek- cımbız işlerini görür, zira bu topraklardaki pek az eseri ve eser sahibini dikkate alırlar- kendilerince dönüştürür ve kendi doğrularını mutlak doğru diye dayatırlar. Aşık Veysel tam da bu yüzden ağızlarında sakil durmaktadır.

Nazım Hikmet’i, Gorki’yi, Bertolt Brecht’i Sartre’yi kendi güdümlerine alır, kimseye bırakmazlar. Nüvesini kibirden alarak ördükleri görünmez lakin hissedilir kalkan sebebiyle yurdum insanının Nazım Hikmet’e yaklaşmasını engellerler. Gözleri kapalı ve kulakları filtreli bu aydınlarımız, öylesine yukardan uçmaktadırlar ki kurdukları cümleler bırakın kalbinize, kulağınıza bile varamadan uzay boşluğunda yiter gider.


GENÇ'ın Yazısı.