Kariyer Namusunu Yitirmiş Bir Kelimedir
Hatice Yaltırak
“Sen yeter ki iste, imkansız diye bir şey yok” vb. sloganları saçılıyor zihin dünyamıza. Artık gündüz kuşağı programlarına bile yaşam koçu, stil danışmanı, kişisel gelişim uzmanı filan diye takdim edilen steril gülüşlü adamlar ve kadınlar konuk ediliyor.
İçimden şöyle şeyler yapmak geçiyor bazen:
“…Çalışanlar öğle yemeği için dışarı çıkmaya başladılar. Ortalıkta kimse kalmamıştı. Masaları dolaşmaya ve modern zamanların, kapitalizmin ilmihal kitapları olan kişisel gelişim kitaplarını toplamaya başladım. Bir masanın üstüne yığdım topladıklarımı. Çeşit çeşit, renk renk, arkalarında pislik tiplerin fotoğrafları olan süslü kitaplar. Bir masanın üstüne ne kadar kitap bulabildiysem yığdım. Aralarına ekonomi dergilerini de kattım. Masanın üzerinde dağ gibi yığılmıştı kitaplar, dergiler. Nil’in masasının çekmecesinde hiç eksik olmayan asetonu aldım. İyice boşalttım kitapların üzerine. Sonra bir kibrit ve ateş…
Alev alev yanıyordu kitaplar. Ateş tavana kadar yükselmişti. Alarmlar çalıyordu. Kapitalizmin kutsal kitapları ateşin buyurucu gücüne boyun eğiyordu. Kişisel gelişim yaygaraları birer birer son buluyordu.
Alevler yüzümü ısıtıyordu.
Cervantes olsaydı, yeni bir hikâyeye başlayabilirdi…”(Ve Sen Kuş Olur Gidersin, Tarık Tufan / Profil yay.)
İçimden böyle şeyler yapmak geçiyor; çünkü çevremdeki herkeste bir kariyer takıntısıdır almış başını gidiyor.
İş arama sitelerinde çıkan başarı öykülerini bir nefeste okuyan, “Sat kendini al işi” dolmasını bir lokmada yutmuş, her şeye akılcı yaklaşan, stil danışmanına sormadan kıyafet almayan, evlenmek için kariyer sahibi eş arayan, kişisel gelişim kitaplarını kutsal bir metni okur gibi okuyan ve isminin önünde uzman yazan herkesi kurtarıcı gören hastalıklı tiplerle doldu her yer.
İşin komiği bırakın bilenini, kariyer nedir sorusuna ardı ardına üç tane cümle kuramayacak insanlar bile bu zamanda kariyer sahibi olmanın olmazsa olmazlığından dem vuruyor. Neden? Çünkü o iyi evlerde oturan, iyi arabalara binen iyi giyimli adamlar ve kadınlardan böyle duymuşlar ve buna bir hurafeye inanır gibi sıkı sıkıya bağlanmışlar.
Haliyle henüz yolun başında olan gençler de hayattan beklentilerini şahit oldukları bu yaşamlara göre kurguluyorlar.
Susuzluk hiçbir şeydir kariyer her şey!
Gençlerdeki “kariyer yapmalıyım” takıntısının arka planında birbirinden çok farklı fakat aynı zamanda birbiriyle etkileşerek bu saplantıyı besleyen birçok sebep mevcut. Kariyerin olmazsa olmazlığı, çoğunlukla lise döneminden başlayarak yavaş yavaş işleniyor gençlere. Alan seçimleri, mesleki eğilim testleri, çok kazandıran meslekler, geleceğin meslekleri filan da filan... Üniversitedeki bölüm seçimlerini bile bu fikrin mihmandarlığında yapıyor birçok genç. Asıl film ise iş arama süreci ve sonrasında başlıyor.
Kariyerin yoksa yoksun dünyada!
Okunacak okullar bitmiş; annelerin konuya komşuya hısıma akrabaya kurumlanarak bahsedebileceği pek kurumsal bir şirkette pek kurumlu bir iş; babaların ahbaplarına koltukları kabararak dağıtacağı bir kartvizit gerekliliği hasıl olmuştur artık.
İş arama süreci zaten ziyadesiyle sıkıntılı bir süreçken susmak bilmeyen çevre ahalisi durumu daha da katlanılmaz bir hale getirir. Bunu bir yere kadar anlayabiliriz çünkü kabul edelim ki, başkalarının acılarından gizli bir zevk alır insanoğlu. Mutsuz bir evlilik, evde kalmış bir kız, serseri bir oğul başkasında olduğunda gayet haz vericidir. Kendi kendini başkası üzerinden tatmin etmek de diyebiliriz bu ruh hali için. Ama bir yerden sonra bu lakırdılar yüzünden gencin kendisini cinnetin kıyılarında bulması işten bile değil. Bu noktada en zor durumda kalanlar şüphesiz ki gencin aile fertleri oluyor. Bir tarafta her şeyin en iyisine layık gördükleri evlatları, diğer tarafta tacizkar sorularıyla ömür törpüsü tanıdıklar iş arama sürecini kâbusa çeviriyor tüm aile için.
Bütün bunlar olup biterken gencin halet-i ruhiyesinin nasıl olduğuna hiç girmiyorum! “Kariyer yapmalısın” telkinlerinin “Kariyer yapmalıyım” saplantısına dönüşmesi hiç zor olmuyor bu şartlarda ve işe giriş sonrasında da bu ulvi amaç uğruna yapması gerekenler yardımsever uzmanlar tarafından itinayla servis ediliyor önüne.
Sen yeter ki iste!
Şüphesiz ki en büyük numara varolan sistem ve onun dayattıklarında dönüyor. İnsana değer vermenin bir görev ve başarıya giden yoldaki adımlardan biri olarak algılandığı bir yapıdan söz ediyorum. İşte bu sistem, varlığını sürdürebilmek için orijinal fikirler üreten, başarma hırsıyla dolu, şirket içi eğitimlere ne kadar absürt olursa olsun iştiyakla katılan, takım çalışmasına yatkın ancak basamak atlarken takım arkadaşlarının başını ezmek için fırsat kollayan ve bunu profesyonel davranmakla açıklayan, çok çalışıp az mızmızlayan ve illa ki itaatkar dişlilere ihtiyaç duyuyor.
Sadece kendi çizdiği sınırlar çerçevesinde itiraz edilmesine izin veren ve buna katılımcı yönetim diyen düzenin arzu ettiği bu tipleri kim oluşturuyor peki? Elbette ki medya ve kişisel gelişim kitapları.
Reklamlar “sen yeter ki iste, imkansız diye bir şey yok” vb. sloganları saçıyor zihin dünyamıza. Artık gündüz kuşağı programlarına bile yaşam koçu, stil danışmanı, kişisel gelişim uzmanı filan diye takdim edilen steril gülüşlü adamlar ve kadınlar konuk ediliyor. Kim olduklarını bilmediğimiz bu uzman vasıflılar, kafalarında idealize ettikleri defosuz tipleri bize dayatıyorlar. İş hayatında başımıza çorap ördükleri yetmezmiş gibi ev hayatımıza da el uzatıyorlar. Bırakmıyorlar ki hakkımızdaki muradı gerçekleştirmenin yollarını fıtratımızla ilişki kurarak biz bulalım. Kaçış yok geliştirecekler bizi yani!
İnsanlar okudukları kitapları bile kariyerine katkı sağlama ölçütüne göre seçiyor. Okuduğu kitap hayatına anlam katsın diye bir derdi yok, çünkü kariyer onun için zaten hayatın anlamı demek. Bu yüzden kişisel gelişim kitapları en çok satanlar listesinden düşmüyor.
Yapılan bir eylem eğer sonunda para ya da mevkii kazandırmayacaksa beyhude bir uğraşı olarak görülüyor ve insanlar bunu anlamakta zorlanıyor. Ki bence en tehlikeli noktalardan biri bu sonuç odaklı yaklaşımlar. Sadece sertifika alabilmek için seminerlere, kurslara para akıtan insanları olağan karşılarız. Mesela, bir insan bu ülkede İngilizce öğrenme amacını iş hayatında yükselişini kolaylaştırmak olarak açıklarsa sorun yok, realiteye uygun görülen budur çünkü ve genele baktığınızda gayet geçerli bir amaçtır. Fakat kendine insan olduğunu hatırlatacak bir şeyler yapmak için uluslararası yardım faaliyetlerine katılabilmek amacıyla dil öğrenmek istediğinizi söylerseniz en hafifinden romantiklikle suçlanırsınız.
Kariyer namusunu yitirmiş bir kelimedir
Aslına bakarsanız bu” kariyer yap” ifadesi benim canımı fena halde sıkıyor. Başka cümlelerle ifade etmeliyiz bir şeyler yapmamız gerektiğini. Kariyer kelimesi kirli, namusunu yitirmiş bir kelimedir bu yüzden. Çok şüpheci olduğumu düşünebilirsiniz ama ne gam, ben bu “her şey senin elinde/ çıkacaksan en yükseğe çık!” vb. söylemlerin kapitalist sistemin çarklarını döndürecek yeni, hırslı ve itaatkâr dişliler bulmak amaçlı olduğunu düşünüyorum. Çalışmanın erdemini insani tarafımızı göz ardı etmeden, başka kelimelerle ifade etmeye başlarsak daha ufuk tazeleyici olacak. Genç Dergi’nin “dert sahibi ol” vurgusunu bu yüzden çok önemsiyorum.
Takdir edersiniz ki, yerimizde sayalım anlamı çıkmıyor bu anlattıklarımdan. İtibar görmek, istenilesidir ve güzeldir ama gösterilen itibar makam-mevkiinize değil de kişiliğinize, hayattaki duruşunuza ise. Yapmaya koyulup yorulmaya başlayacağımız işlerin amaçlarına ve sonuçlarına dikkat edelim yeter. Hayat kariyer kaygısıyla tüketilmeyecek kadar kıymetli.
“…Ve dünya kendi yeminini ettiriyordu bütün köşe başlarında…”
Sistemin değişeceğine inanıyor muyum? Kesinlikle hayır! Gökhan Özcan’ın dediği gibi, dünya kendi yeminini ettiriyor bütün köşe başlarında. Ama bu, sistemi suçlayarak sorumluluktan kaçmam anlamına gelmiyor. Hepsi kendi duygularımızla, kendi duruşumuzla alakalı.
Peki, ne yapacağız? Size haplar vermemi beklemeyin. Mübarek Kitap neyi nasıl yapmamız gerektiğini söyleyecek ve herkes kendi meşrebince alacağını alacaktır, yeter ki kalbimizi açık tutalım.
Bir de kariyer yapmanın gerekliliğinden dem vuranlara karşı temkinli yaklaşmayı unutmayalım. Aksi halde bakınız yine Gökhan Özcan:
“… Bir gün unutursak, gözleri sayılardan başka bir şey görmeyen büyüklere döneriz.”
GENÇ'ın Yazısı.