Kalk! Aşkı Akılla Evlendir
Aşk, akılla el ele verirse yepyeni bir alem vücuda getirir.
Kur’an’da, aklın ve kalbin mükemmel bir imtizacını görüyoruz. Kur’an, bizi bir yandan düşüncenin derinliklerine doğru çekerken, bir yandan hisli bir yüreğin atışlarını duyuruyor. Kâh gözümüzü kâinatın sonsuzluklarına, yeryüzünün bedii harikalarına sürüklüyor, kâh ruhumuzu gecenin sessizliğine, secdeye, gözyaşına davet ediyor.
Bir bakıyorsunuz, aklı körelen, kötü bir taklitçiliğin peşine düşenleri yeriyor; bir bakıyorsunuz kalpleri taş gibi katılaşmış, hissizleri, merhametsizleri yerin dibine batırıyor. “Düşünmez misiniz?” “Aklınızı kullanmaz mısınız?” “Görmez misiniz?” gibi teşvik ve paylama karışık ifadelerin yanında “Kalplerin yumuşama zamanı gelmedi mi?” “Yazıklar olsun Allah’ın zikrine karşı kalpleri katılaşanlara!” gibi azarlamaların geldiğini görüyorsunuz.
Vahiy, aklın ismini değil, işlevselliğini, devinimini ön plana çıkarıyor. Kâinattaki akışa dikkat çekiyor ve aklını kullanan, aklı önemseyen bir toplumdan ve toplum içinde sadece âlimlerin bunları düşündüğünden söz ediyor. Kalbi körelmiş, idraki tutulmuş toplumlarınsa bu akışlardan bir şey kavrayamayacağına, ancak kalbi olan kimselerin ibret nazarıyla bakıp bir sonuç çıkaracağına dikkat çekiyor. Yani pırıl pırıl işleyen bir akılla, gürül gürül çağlayan bir gönlün dengesini kuruyor. Bunları insanın ayırıcı vasıfları olarak takdim ediyor.
Doğuda Kâinatın Sırrı Aşktır
“Mükemmel din, ilim ve sanat, akıl ve kalp, burhan ve izan, fikir ve vicdandır” diyen Muhammed Abduh, bu sözleriyle dinin çift kutupluluğuna dikkat çekiyor ve sözünü şöyle sürdürüyor: “Bir din, bunlardan sadece biriyle yetinirse, dayanaklarından birini çökertmiş olur. Diğerinin üzerinde durması da artık mümkün değildir.”
Onun mükemmel din dediği İslam’dan başka bir şey değildir tabii. İslam, sözü edilen noktalarda mükemmel bir ahenk tesis etmiş, inananlara böyle bir perspektif sunmuş. Ali Şeriati’nin ifadesiyle söylersek, İslam tek kelimeyle, dünyada çok boyutlu olan tek dindir. İslam çeşitli yönlerden ferdin ve toplumun “düşünce” ve “duygusuna” enerji aktarmaktadır.
Diğer ilâhi dinlerin bu noktalardan birine takılıp kaldığı, diğerini göz ardı ettiği bir gerçek. Yahudilik, gönlün ve aşkın değer verilmediği, aklın ve yasaların alabildiğine yüceltildiği bir din. Bu dinde, insanlar dünyevileşmenin ve maddenin esiri olmuş, cenneti bu dünyada kurmanın peşine düşmüş. Hıristiyanlık ise tam tersine, ruhu yüceltmiş, mistisizmde tefrite gitmiş, yüzünü hep öte dünyaya çevirmiş.
Kur’an’ın ortaya koyduğu bu perspektif, hiç kuşkusuz Peygamberimizin şahsında ete kemiğe bürünmüştür. Aliya İzzetbegoviç’e göre, bir tarafta Hz. Musa, diğerinde Hz. İsa, ortada ise Hz. Muhammed durmaktadır. Hz. Muhammed’den sonraki İslam ile tam bir denge kurulmuştur. Ona göre, bu “çift kutupluluğu” ve “ortayı” ifade eden İslam, hayatın her alanında kendini göstermektedir.
Ali Şeriati ise bu noktayı çok daha çarpıcı bir biçimde dile getirmektedir. Hz. Muhammed, Hz. Musa ve Hz. İsa’nın bileşimidir. O, bazen ölüm kusan savaş sahnelerinde kılıcından kan damlayan ve: “Hücum, şimdi savaş tandırı ısındı!” diye haykıran bir komutan olmaktadır. Sanki böyle bir ortamda Hz. Muhammed, Hz. Musa çehresine bürünmektedir.
Bazen de Mesih’ten daha yumuşak bir eda ile evinin çatısından ona kül döken Yahudi’ye şefkat ve merhamet göstermekte, kendisine ve dostlarına işkence ve sürgün hayatı yaşatan Mekkelileri günü geldiğinde Mesih’in sevecen simasıyla bağışlamaktadır. Sessiz bir gecenin yarısında evi ve şehri terk edip Baki mezarlığında en ince arifane duygulara dalmaktadır.
Konunun bir de coğrafî boyutu var. Buna da Muhammed İkbal çekiyor dikkatlerimizi: “Doğu hakkı görüp dünyayı görememiş, Batı dünyada kalıp haktan kaçmıştır. Batılılarda akıl bir hayat nizamıdır. Doğuda ise kâinatın sırrı aşktır.” Yani doğu için ruh ve aşktır hareket noktası. Batı için akıldır. Bunun için mistik karakterli cereyanlar hep doğudan zuhur etmiştir. Akıl ve felsefe karakterli düşünceler ise batıdan.
İslam ise Doğu ve Batının ortasında bulunmaktadır. Hem coğrafi olarak böyledir bu, hem de dini anlayış ve düşünce biçimi olarak. Kur’an’ın deyimiyle İslam ümmeti “vasat” bir ümmettir. Yani iki zıt kutup arasında denge kurabilen, ideali yakalayabilen, kıvamı tutturabilen ümmet. Bu, hem Yahudiliğin maddeci ve dünyevî karakteriyle, Hıristiyanlığın ruhçu, uhrevî anlayışı arasında, hem de doğu aşkıyla batı aklı arasında kurulan bir dengedir.
Denge Kaybolduğunda...
İslam bu dengeli karakteriyle dünya çapında büyük dâhiler yetiştirmiştir. Öncelikle İslam Medeniyetini bir “Fıkıh medeniyeti”ne dönüştürecek büyük hukukçular çıkarmıştır. Zira İslam her şeyden önce Kur’an ve sünnete yani nassa dayanan bir dindir. Bu sebeple, hemen bütün düşünce akımları nasları anlama çabasından doğmuştur. Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Şafii, Maliki hukuk sahasının zirve şahsiyetleridir. Bu şahsiyetlerin en belirgin vasıfları, nasları yorumlarken aklı işlevsel kılmaları, İslam’ın tüm zamanlarını etkileyecek bir hukuk nosyonu geliştirmiş olmalarıdır.
Mutezile, aklı ön planda tutan, nasları daha çok aklın ışığında yorumlayan bir düşünce akımıdır. İslam düşüncesinin parlamasında, Müslümanların düşünce ufkunun gelişmesinde bu akım önemli bir rol oynamıştır. Özellikle de İslam’ın, yabancı din, düşünce ve kültür akımlarıyla karşılaması esnasında... Muhammed Abid Cabiri’nin tasnifiyle, hadis, tefsir ve kelam gibi ilmî disiplinleri de içine alan bu ilk damar, “beyâna dayalı bilgi sistemi”ni oluşturmaktadır.
Bir taraftan da İslam’ın ruhî-manevî yönünü temsil eden büyük simalar ortaya çıkmış, bu şahsiyetler Doğu ve Hıristiyan mistisizminden çok daha derinlikli bir anlayış vücuda getirmişlerdir. Bayezid Bistami, Haris Muhasibi, Cüneyd Bağdadi, Hallac-ı Mansûr, İslam’ın ilk asırlarında; İbn Arabi, Mevlana gibi mutasavvıflar daha sonraki arsılarda bu sahada zirveye çıkmışlardır. Cabiri bu disiplini de “irfâna dayanan bilgi” sistemi diye isimlendirmektedir.
Üçüncü olarak da “burhâna dayanan bilgi sistemi” gelmektedir. Akıl yürütmeye, düşünmeye dayanan bu bilgi sistemi daha çok Yunan felsefe birikiminden istifa etmiş ve Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi filozoflar tarafından temsil edilmiştir. Bunlar arasında özellikle İbn Rüşd, çok zengin ve köklü bir anlayış ortaya koymuş, bu anlayışın Avrupa’ya girmesiyle orada devrimci bir düşünce akımı yaratmıştır. Öte yandan Biruni, İbn Heysem (optik biliminin kurucu), İbn Nefis (kan dolaşımın kâşifi) gibi deney ve gözleme dayanan ilmî disiplinleriyle, pozitif bilim kanadını temsil eden büyük ilim adamları çıkmıştır.
İslam, ilk beş asrında bu üç ayrı damardan, amacına uygun olarak ciddi bir atılım gerçekleştirmiştir. Sözü edilen bütün alanlarda çok yüksek seviyeli eserler verilmiş, muhteşem bir sistem ve medeniyet inşa edilmiştir. Ancak zaman içinde bu hareket, canlılığını sürdürememiş, sönmeye yüz tutmuştur. Bunun altında yatan sebeplerin başında Kur’an’ın bu denge çağrısının göz ardı edilmesi, geçmiş alimlerin attıkları temeller üzerine yeni düşüncelerin bina edilmemesi, değişik kültür ve düşüncelerin etkisi altına girilmesi gelmektedir.
Müslümanların bu sahalarda gerilemeye başlamasıyla beraber, Batı yükselişe geçmiş, Müslümanların yapmaları beklenen atılımlar Avrupa tarafından yapılmıştır. Aslında bu, dünyanın tekrar tek kutuplu, dünyevi bir anlayışa sürüklenmesi, öte dünyayı terk etmesi anlamına gelmekteydi. Bir başka ifadeyle aklın kutsanıp vahyin ve kalbin hiçe sayılması demekti. Dolayısıyla, İslam’ın yapmak istediği, orta yerde durma ve varlığı bu dünya ve öte dünyayla, madde ve manayla kucaklama hareketi geri planda kalmaktaydı.
Aşkı Akılla Evlendir
Muhammed İkbal, çağımızda sözünü ettiğimiz alanları şahsında toplayan, doğuyu ve batıyı tanıyan bir büyük insan olarak karşımıza çıkmaktadır. O, aklı aşkla, nassı bilim ve tecrübeyle birleştirip yeni bir inşa çabasına girişmek gerektiğini dile getirmektedir: “Akıl, aşka sahip olursa Hakkı bulabilir. Aşkın da esaslı temeli akıldır. Aşk, akılla el ele verirse yepyeni bir alem vücuda getirir. Kalk! Aşkı akılla imtizaç ettir de yepyeni bir alem vücuda getir.”
Ülkemizde de Elmalılı: “İslam nakli (beyanı) aklı (burhanı) ve hissi (irfanı) esas alan bir dindir. Bunları birbirinden ayıramayız. İslam’ın akli oluşu, hissi yönünü inkar etmemiz anlamına gelmez” diyerek böyle bir sentez yapılması gerektiğine işaret etmektedir.
Şimdi yeni bir çağda yaşıyoruz ve bu çağda yeni bir soluğa ihtiyaç var. Çağa cevap vermek ancak nas (beyan), akıl (burhan) ve kalp (irfan) dengesini kurabilmek, bu üç damardan beslenebilmekle mümkün gözükmektedir.
Ali Şeriati’nin deyişiyle, Müslüman’ın bu çağda, İbn Teymiye gibi gözü Kur’an ve sünnette, İbn Arabi gibi gönlü ilham ve maneviyatta, İbn Rüşd ve Biruni gibi kafası akıl yürütme ve deneyde olabilmelidir. Ancak böylelikle Kur’an’ın ifade ettiği vasat ümmet vücuda gelebilecektir.
Kaynaklar:
Muhammed Abid Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu;
R. İhsan Eliaçık, İhyadan İnşaya İslam Düşüncesi;
Ali Şeriati, Muhammed’i Tanıyalım.
Mesut Kaya'ın Yazısı.