İlâhî Kelâm ve İnsan
Mesajın kalbe ulaşması, kalbin sıhhatli bir şekilde çalışmasına bağlıdır. Kişiyi harekete geçirecek, yeni diriliş ve canlanışa vesile olacak bu bilgiler, emin bir yolla gönle ulaştıktan sonra özümsenirse, diğer bir ifadeyle kalb tarafından doğrulanırsa (iman) bu bilgi, muhtevasına göre sahibini etkileyecektir.
Rabbimiz bizimle konuşur mu? Konuşursa nasıl konuşur? İşte bu soruların cevabını veren bir âyet:
“Allah bir insana ancak vahiy yoluyla veya bir perde arkasından hitab eder, yahut ona kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. Çünkü O yüceler yücesidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (eş-Şûrâ, 51)
Kur’ân-ı Kerim, daha ilk inen âyetlerde “insana bilmediği şeyleri öğretenin” Allah olduğunu bildirmiş ve bu bilginin vasıtalı ya da vasıtasız olabileceğine işaret etmiştir
Allah Teâlâ’nın varlık âlemine gönderdiği mesajlar, vahiy kelimesiyle ifâde edilmiştir. Vahiy bir çeşit işâret dilidir ki, her bir varlığın mahiyetine göre farklılık arzeder. Varlığa doğrudan indirilen vahiyler, o varlıkta uyulması zaruri olan bir meleke oluştururken, vasıtalı olarak indirilen vahiyler, ancak îmân ve teslîmiyet neticesinde o varlığın özüne yerleşir ve bir tesir icrâ ederler.
Allah’ın insanlarla konuşması, hem doğrudan vahiy ve ilham yoluyla, hem de dolaylı bir konuşmadır. Bu konuşmanın en önemli anahtar kavramlarından biri, yine işâret ve alâmet anlamına gelen “âyet”lerdir. Bu âyetler de sözlü ve sözsüz olmak üzere iki çeşittir. Sözlü mesajlar (vahiy) “âyet” kavramıyla isimlendirilebildiği gibi sözsüz iletişim olan tabiat ve onda cereyan eden her çeşit hâdiseler de Kur’ân-ı Kerim’de “âyet” diye isimlendirilmiştir. Sözsüz (kevnî) âyetleri, sözlü âyetlerden ayıran en önemli özelliklerden birisi, bu âyetlerin fiilen bütün insanlığa sunulmuş olmasıdır. Bu âyetler bir anlamda, Rabbin perde arkasından hitap edişidir. Sözlü âyetler ise ancak bir peygamber vasıtasıyla gönderilmiştir.
Sıradan tabiat hadisesi gibi görünen birçok hususun, esasen bir ilâhî mesaj olduğu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyân edilir:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen (akleden) bir toplum için birçok âyetler vardır” (el-Bakara, 164).
Yüce Allah, bunca âyete rağmen insanların birçoğunun yine de iman etmediklerini belirterek kevnî âyetlerin gerçek mânada anlaşılması için gönlün imanla aydınlanması gerektiğine dikkat çeker. Zira bu çeşit âyetlerden gereği gibi istifade edebilecekler, ancak îmânla aydınlanmış gerçek akıl sahipleridir (ülü’l-elbâb). Gönülleri körelmiş kimselerin baş gözlerinin görüyor olması bir anlam ifade etmeyecektir. Binâenaleyh söz konusu âyetleri inkarcıların görüp anlaması çoğu zaman mümkün değildir. Nitekim “Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki o(inanmaya)nlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler” (Yûsuf Sûresi 12/105) buyrulmuştur.
Hassas ve uyanık bir kalp için sayıya gelmeyen ilâhî mesajlar her an kâinat kitabında mevcuttur. Nitekim Yüce Allah bu çeşit mesajlarına telmîhen;
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 27) buyurmuştur. Bu itibarla denilebilir ki kul, ilâhî mükâlemeden (konuşmadan) kalbî keyfiyetine göre nasiplenebilecektir. İlâhi mesajın herkese şekil ve muhteva olarak eşit seviyede gelmediği de unutulmamalıdır.
Peygamberlere yapılan vahiyle -derecesi ve seviyesi ne olursa olsun- diğer insanlara gelen vahiy/ilham farklıdır. Nitekim İbn Arabî (v. 638/1240) de “Hz. Peygamberden sonra teşrî ifade eden hiçbir vahiy, hiçbir veliye gelmemiştir. Gelen ancak ilhamdır” diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Peygamberlere gönderilen sözlü âyetlerin anlaşılması da kalple olmaktadır. Ancak mesajın kalbe ulaşması, kalbin sıhhatli bir şekilde çalışmasına bağlıdır. Kişiyi harekete geçirecek, yeni diriliş ve canlanışa vesile olacak bu bilgiler, emin bir yolla gönle ulaştıktan sonra özümsenirse, diğer bir ifadeyle kalb tarafından doğrulanırsa (iman) bu bilgi, muhtevasına göre sahibini etkileyecektir.
Vahyin kaynağı değişmese de muhatabın farklı oluşu, vahyin niteliğinin de farklı olmasını gerektirecektir. Allah Teâlâ’nın “kelâm” sıfatının, son peygamber Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-den sonra insanlık için câri olmadığı söylenemez. Şüphesiz Allah’ın insanlardan peygamber seçmesi, Hz. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- ile son bulmuştur. Dolayısıyla kendisiyle bir şeriatın tesis edildiği “nebevî vahiy”, diğer bir tabirle “kurumsal vahiy” kesilmiştir. Buna mukabil, İslâm âlimlerinin muhtemelen karışıklığı önlemek maksadıyla “ilham” veya “hâtır-ı Hakk” adını verdikleri ilâhî vahiy (konuşma), sürmektedir. Nitekim Hz. Peygamberin “esmâ-i hüsnâ”yı vesile kılarak dua ederken, “Yaratıklarından herhangi birine öğrettiğin isminle” diye Allah’a yalvarması ve Hz. Ömer’le ilgili olarak da onun “muhaddes”ler-den (kendisine ilham, basiret ve firâset verilen kimselerden) olduğuna işaret etmesi ilâhî mesajların bir şekilde devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Peygamber olup olmadığı hakkında farklı görüşler bulunan ve Kur’an’da Yüce Allah’ın, kendisi hakkında “kullarımdan bir kul” diye bahsettiği kişiye, kendi katından ilim öğrettiğini bildirmesi de Allah Teâlâ’nın, bazı kullarını keyfiyeti bizce tam bilinmese de bir şekilde bilgilendirdiğinin açık delilidir. Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Hızır diye isimlendirilen bu kişinin, Hz. Musa’ya -aleyhisselâm- hitaben söylediği: “Ey Musa! Allah bana bir ilim vermiştir ki onu sana vermemiştir. Sana verdiğini de bana lütfetmemiştir” sözleri ise ilâhî bilginin kişiye göre değişiklik arzedebileceğini göstermektedir.
Şu gerçeği bir kez daha ifade etmek gerekir ki, peygamberlere gelen vahyin dışında kime olursa olsun hiçbir ilhâmın, başkaları tarafından tasdik/kabul mecburiyeti yoktur. Zira Peygamberlere indirilen vahiy, Allah’tan olduğu konusunda hiç bir şüpheye fırsat vermeyecek şekilde apaçık işaretler (âyetler) iken, diğer vahiy türleri (ilhâm/hads) bu derece açık değildir. Bu sebeple kişinin Allah’tan vahiy/ilham aldığını kesinlik ifade eden cümlelerle bir başkasına aktarması tehlikeli görülmüş ve gelen vâridatın Kur’an ve sünnete uygun olup olmadığının tespit edilmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Zira nefsânî arzuların ve şeytânî telkinlerin zaman zaman ilhâm gibi algılanma tehlikesi dâimâ mevcuttur.
Adem Ergül 'ın Yazısı.