Yakup Öztürk

Neden ABD, Irak’a girdiğinde ilk kütüphaneleri ateşe verdi? Neden bugün Mısır denilince ardından İskenderiye telaffuz ediliyor? Kitap için nice serüvenler yaşandı bu topraklarda. Hiç duymaz mısınız Balkanlar’da, Orta Asya’da, İran’da, Orta Asya’da bir kitabın izinde taban eskitenleri?

Her şey arka arkaya oldu. Bir akşam serinliğinde Eminönü Belediyesi’nin önünden geçerek altı katlı bir binanın beşinci katına çıktık. Hemen daha daire kapısının önünden yüzümüze çarpan kesif bir koku hissediliyordu. Yarım saat önce sözü edilen bir daire dolusu kitap, apartmana rutubet yaymıştı. Rutubetli bir ortamın insanı rahatsız etmeyenine ilk defa burada rastlıyorduk.

Evet, tarihi hanların kütüphaneye hasredilenlerini görmüştük. Yazmaların, Mushafların, mecmuaların arasında kaldığımız da olmuştu ama bu onun gibi değildi. O koca kütüphaneler çoğu zaman ya büyük kurumlar ya da devlet tarafından ihyâ ediliyordu. Hiçbirimiz Ali Emirî Efendi değildik. Mahmut Kemal İnal hiç değil. Teknolojinin bütün zehirlerini kanımıza boşalttığı bir çağda hangimiz bir kitabın peşinde bir ömür harcayabilirdik ki?

Dairede sadece bir kitap dağının ortasına atılmış patika yollar boş bırakılmıştı. Koridorlar, mutfak, odalar, balkon hemen her yer kitapla doldurulmuştu. Evde duvarların harcı kitaptan karılmış gibiydi. Raflara göz gezdirdiğinizde yıllar öncesinin izlerini bugüne taşıyan hikmet yuvası kitaplar vardı. şu tarafta son yüzyıl içindeki düşünce serüvenimizi ciltlerine boca eden yığınla dergi. Önümüzdeki sehpaya, çay bardağını haftalık bir derginin üzerine koysam ayıp olmaz mı?

O derginin yanında bir kitap ne kadar da manidar… Ünlü birkaç yazar, şair, iş adamı, akademisyenin kütüphanelerini anlatan bir kitap bu. Kitaptan bir mabede dönen salonda bu kitap nasıl da olgun meyvelerin posası gibi duruyordu. Zaman geçiyor ve etrafımdaki herkesin gözlerinde bu zaman denen rüzgârın gittikçe yavaşladığını hissediyorum. Buradakiler çantalarında mutlaka bir kitap, bir gazete, bir dergi taşımayı kendilerine kutsal bir görev addeden insanlardı.

Kitabın hayattan elini eteğini çektiği bugünlerde, bir adam hayatının elini kitaba götürüyordu. İmkânı var mıydı bunu garipsemeyelim? Aslında burada bulunmamız bir daire dolusu kitap gözlerimizi kamaştırsın diye değildi. Biz bir internet sitesinde yazı yazan genç adamlardık. Kültür, sanat bilhassa edebiyat hayatlarımızın ortak paydasıydı. Bu akşam burada yine sitemizi konuşacak, kültür gündemimizde neler olduğundan bahsedecek, nasıl daha iyi işler yaparız sorusuna cevap arayacak, eh biraz da hasret giderip hoş zamanlardan ânlar çalacaktık. Çünkü biz toplantılarımızda hep bunu yaparız. Nasıl olduysa gemimizin kaptanı bizi yerimizden kaldırıp, bu sayfalar âlemine götürdü. İlk amacımızdan uzaklaşmadan etrafımızı uzun uzun seyre daldık. Sibel Eraslan son hikâye kitabında diyordu ya “Yüzünü ziyarete geldim.” Biz de bu akşam bir kütüphaneyi ziyarete gelmiştik.

Konuşulanlar, sesler odayı doldurdukça, ben böyle bir dairede yaşayan hatta yaşamak zorunda olan bir insanın psikolojisini, halini, tavrını düşünmeye vermiştim kendimi. Ailesiyle ilişkisi, dostlarıyla, misafirleriyle münasebeti nasıldır? Dünyayla olan irtibatı bu köhnemiş insan tasavvurlarının gırla gittiği bir zamanda nelerle mücadele etmek zorundadır? Acaba biri çıkıp da, bu kitapla hayatının buluşturmuş adama tıp literatüründen bir hastalık teşhisi koymaya çalış mıdır?

Vakit hayli ilerledi. Yirmi dakikaya kalmaz Üsküdar’a geçen son vapur da kalkar. Sokağa çıktığımızda yağmur çiseliyordu. Sokaktan bir çöpçü kamyonu homurdanarak geçiyordu. Üzerimizdeki kitap kokusu, iskeleye inene kadar bir nebze hafiflemişti, deniz…

Her şey birkaç gün içinde oldu. On yıllardır edebiyatımıza her sayısıyla yepyeni heyecanlar katan bir derginin emektar kurucusu ve yayıncısı bir güzel adamın kütüphanesini ziyarete gidecektim. Üç gün önce karşı yakada bir tesadüfle tanıştığımız kütüphanenin önünde, bugün gideceğim zâtın kütüphanesi de anılmıştı. En az bu dairedeki kadar kitabı yine orada bir arada görebilirmişim.

Çarpıntı üzerine çarpıntı yaşıyorum. Kütüphane sahibinden randevu aldım. O kutlu kitap müzesini yerinde ziyaret ettim. Şurada Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’su, Sezai Karakoç’un Diriliş’i, burada Yedi İklim dergisi ciltleri, Kutlu’nun Dergâh dergisi arşivi duruyordu. Bir duvar sadece Osmanlı Türkçesi’yle yazılmış eserlere ayrılmıştı. Her tarafta kitaplar, kitaplar, kitaplar vardı. Genç hafızam, hiçbir zaman böylesine şahsi bir kütüphanenin varlığından haberdar değildi. Sanki bir büyük devlet kütüphanesinin koridorlarında geziniyordum. Az sonra bir memur bana yardımcı olacak, kataloglama, fotokopi, matbu gazete, arşiv bölümlerini de görecektim. Yüksek taş duvarla çevrili Beyazıt mıydı burası, mağaza çöplüğünün ortasında kalmış bir Millet miydi?

Yol boyunca eve dönerken, bir mekâna kitabın kattığı değeri, o kitaba sahip olan insanın zarafetini düşünmekten alamadım kendimi. İyi bir kütüphanenin, bir insana sunulabilecek en büyük lütuf olabileceği gerçeğini bir kez daha hatırladım. Sadece bir şahıs üzerinde mi tesiri büyüktür kütüphanelerin? Toplumların hafızalarının kayıt altına alınan yegâne yerlerin buralar olduğunu düşünmedim mi sanıyorsunuz?

Moğolların Bağdat’ta yaktığı kütüphaneler yalnız bir savaşın kurbanı olarak mı anılacak? Neden ABD, Irak’a girdiğinde ilk kütüphaneleri ateşe verdi? Neden bugün Mısır denilince ardından İskenderiye telaffuz ediliyor? Kitap için nice serüvenler yaşandı bu topraklarda. Hiç duymaz mısınız Balkanlar’da, Orta Asya’da, İran’da, Orta Asya’da bir kitabın izinde taban eskitenleri?

Âdem’in yeryüzüne sürüldüğü ilk günlerin sahifelerle tamamlandığını bilmek, kitabın bu yaşlanmış dünya için neler ifade ettiğini anlayabilmemiz için yeterdir.

Sizinle bir sırrımı paylaşacağım. Beni, yaklaşık on yıldır bir karıncanın yuvasına rızkını taşıdığı kadar büyük bir sabırla kurduğum kitaplığımdan mahrum bıraktılar. Bunu şimdiye kadar kimseye söyleyemedim. Küçük odamın uzun duvarlarından birini kitapla doldurmuştum. Burayı zaman zaman kısa vakitlerde görebiliyorum. Eski günlerde olduğu gibi karşısına geçip nazlana nazlana kitap seçemiyorum. Okumak zorundaysam birkaç dakika içinde bir kitap seçiyor ve orayı hızla terk ediyorum. Bunun sebebini size söyleyemem. Ama bugün bir başka! Son üç içinde iki büyük kütüphane görmüş genç bir adam olarak, örümcek gibi ördüğüm kitaplığımla uzunca vakit geçiremiyordum. Odama kapandım. Ortaokul yıllarından bu yana aldığım her kitabın ayrı bir hatırası var ben de! Adıma imzalattığım kitaplar, ilk gençlik kitaplarım, dergiler, ciltler, ansiklopediler meğer ne büyük emeklerle gelip kurulmuşlar şu mütevazı raflara.

Edebiyattan sosyolojiye, tarihten felsefeye… Her birine ayrı bölümler yapmışım. Nedense en manzaralı yere şiir kitaplarını koymuşum. Şairlerin hak ettikleri yer burası demişim. Hikâyeler, romanlar, deneme kitapları. Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, Necip Fazıl, İsmet Özel, Mustafa Kutlu, Rasim Özdenören, İsmail Kara’lar ulaşabildiğim kitaplarıyla beni daha da zenginleştirmişler sanki. Türk edebiyatının hemen bütün temsilcilerinden en az üç kitap bulundurmuşum kitaplığımda. Tarihi okumak, felsefeden, sanattan dem vurmak için kaynaklar almışım. Düşünce tarihimizin belli başlı isimleriyle uzun geceler okuma nöbetleri paylaşmışım.

Gördüğüm büyük kütüphanelerin yanında emekleyen bir kitaplığım var. 10 yıl içinde her yıla yaklaşık 100 kitap düşecek kadar bir kitap edinmişim. Hiçbir şey olmasa, o kitapların feyziyle bereketlenmişim. Bugün her zamankinden daha mutluyum. Bir kitaplığın evler için salon süsü olmaması gerektiğini kavramış bir genç olarak onları raflarından özenle, teker teker indirmiş, soluksuz esen rüzgârın odama sürüklediği havanın serinliğine bırakmışım.

Yaşım genç. Kitaplığım benden genç! Yaşlı olan tek şey şu hakikat; kütüphaneler kurmanın yolu gençliğin verdiği coşkunluğu kitapla daha anlamlı kılmaktır. Ziyadeyse siz düzeltin beni!


GENÇ'ın Yazısı.