Uyanın Artık Rüya Vaktidir
Bizim bir rüyamız var. Daha doğrusu her birimiz kadar biricik ve özel rüyalarımız var. Biz rüyası olan GENÇ’leriz. Herkes uyurken rüya görür, biz rüyamızı uyanıkken görmeye ahdettik. Yeryüzünün varisi olacak salihlerin başrolde olduğu, dünyanın hakkındaki murada uygun tanzim edildiği, insanın can dostunu dost, hakiki düşmanını düşman bildiği bu rüya hepimiz kadar gerçek, erişip de gerçekleştirmek zorunda olduğumuz potansiyelimiz kadar mümkün ve muhtemeldir. Biz rüyamız olmadan yaşayamayacağımızı düşünüyoruz. Bu sayımızda oturduk, GENÇ’in yazarları olarak her birimiz kadar renkli rüyalarımızı yazdık. Sizin de rüyanız olsun diye... Rüyamızı bilelim, rüyamızla bilinelim ve rüyamızla bitmeyecek bir hayata uyanalım diye, haydi buyurun…
Artık yeter, kalkma zamanı. Kalkıp da rüya görme zamanı. Unuttuğumuz rüyamıza dönme zamanı. Rüyamızla yaşama, rüyamızla yaşatma zamanı. Bizim rüyamız uyanıkken görülen bir rüyadır. Diridir, diriltir. Tazedir, tazeler. O müphem, hayali ya da ütopik bir şey değildir. Bir sistem, düzen ya da nizam rüyası hiç değildir. Sistem ya da nizam insan eseridir. İnsanı yaşatacak ve ihya edecek bir sistem varsa bunu ancak insan kurar. O yüzden rüyamız insana dairdir. O insan kurucu, sistem ve nizam tesis edici insandır. O insan önce kendisini inşa etmiş, böylece inşa ve ihya edeceği bir zemine layık kılınmıştır. Bizim rüyamız bu insana dairdir. Biz onu özlüyoruz. Biz onun hayalini değil rüyasını görüyoruz. Gözümüzü kıstık, nefesimizi tuttuk; tarihin şeref akı, olana bitene doğruluğuyla şahit ve olanın bitenin doğruluğuna şahit olduğu o insanı bekliyoruz. Alnında secde izi ile kıyam eden, dosta merhametli, düşmana şedit salih ve sadık o kerim ve mükerrem insanı…
O insanın varisi olduğu zemini özlüyoruz biz. Herkesin kendi potansiyelinin sınırlarına doğru hür bir şekilde koştuğu o zemin hayra anahtar şerre kilit bir zemindir. O zemin Allah’a hiçbir şeyin ortak koşulmadığı bir zemindir. Herkesin hakkı yerinde ve zamanında verildiği için zulüm kavramı yoktur orada. Onurun, izzetin ve kula kul olmamanın mutlu yoluna düşenlerin ayağına pranga takmak isteyenler bu zeminde şimdi olduğu gibi fütursuzca hareket edemezler. O zeminde iyi mutlu, kötü mutsuzdur. İnsan insan olduğu için hürmet görmektedir. Gördüğü ve göreceği muamele seçtiğine, tercih ettiğine göredir, içine doğduğuna yahut bulduğuna göre değil… O zeminin her ilişkisinde okunan tek bir düstur vardır: “Üstünlük ancak takvadadır.” Güce yakın olmanın anahtarı da takvadır, gücün sahibi olmanın anahtarı da…
Özlediğimiz zeminin özellikleri değildir rüyamıza konu olan. Orayı özlenen yapan insandır. Biz o insana uyanmak istiyoruz. Sahte tiplerden, kof kimliklerden gına geldi. Artık insan görmek istiyoruz. O insanın rüyasını görmezsek kendisini de göremeyeceğiz. Bu bizim için hem vazifedir, hem mesuliyettir. Vazifedir, çünkü derdine düşmediğimizin dermanı verilmeyecek. Biz o insanın derdine düşmez, onu rüyamız yapmazsak, elimiz böğrümüzde kalakalacağız. O insanın rüyasını görmek aynı zamanda mesuliyettir, üzerimizdeki haktır, çünkü bizi rüyasında görenlere sadakat, onlara liyakat ancak böyle gerçekleşir.
Biz bir zamanlar birilerinin rüyasıydık, artık bunu kendimize hatırlatma zamanıdır. Rüyası olduklarımıza borcumuzu ödemek, tıpkı onlar gibi bir rüyanın peşine düşmekle olur. Onlar nasıl bizim rüyamızı gördüler, şimdi bize düşen de rüya görmektir. Onlar rüyalarında bizi gördüler. Bizi yani bu İslam ile ihya olmuş beldede Müslüman, mümin ve muvahhid nesli istediler. Biz onların sadece rüyası olmadık, duası da olduk. Biz onların kabul olunmuş duasıyız. Şimdi sıra bizdedir. Elimizi açıp kimi isteyeceğiz? Duamıza kimin sureti düşecek? Rüyamız hangi simalarla şenlenecek?
Rüyamız aslında kendimizi çoğaltmak demektir. Kendimizi çoğaltmak bizim gibilerin rüyasını görmek değildir sadece. Kendimizi çoğaltmak, yapamadığımızı yapacak, aşamadığımızı aşacak, ulaşamadığımıza ulaşacak, bizi geçecek nesillerin rüyası ile yaşamak demektir. Ancak rüyasını gördüğümüzün derdini çekeriz. Ve ancak derdini çektiğimizin dermanımız olacağını umabiliriz, çünkü dert yol açar. Açılan yol rüyasını gördüğümüz insanların şenlendirdiği diyara gider. Rüyamız o diyarın rüyasıdır. Şimdiki diyarımızın bizden öncekilerin rüyası olması gibi…
Biz kimlerin rüyasıydık? Biz en başta En Güzel İnsan’ın, Peygamberimizin –sallallahu aleyhi ve sellem- rüyasıydık. O’nun “Özledim” dediği kardeşleri vardı. Onların kendisi ile kardeş olma ufkunda nelere katlanacağını, neleri feda edeceğini, ne bedeller ödeyeceğini biliyordu. Kendisini görmeden sevenlerdi onlar. Rüyasını gördüğü kardeşleri kendisini sevmeyi her şeyin önüne koyacaklardı. Sözünü bütün söz ve ideolojilerden üstte tutacak, diriliğin kaynağı sayacaklardı. Bugün bazılarının yaptığı gibi Allah ile Rasulünü ayırmayacaktı onlar, çünkü Kur’an bu ayrımı yapmamış, Allah’a itaati Rasulü’ne itaat ile birlikte zikretmişti. Biz O’nun rüyasındaki kardeşleri olmayı ne kadar arzularsak bilelim ki O “özledim” dediği kardeşlerinin rüyasını gördüğü içindir. O uyanık görülen rüya olmasaydı bize O’nun kardeşlerinden olma ufku verilir miydi?
Biz yine O’nunla beraber olanların, yani sahabenin ve onlara güzellikle tabi olanların rüyasıydık. Atını Atlas Okyanusu’na sürenin rüyası sadece denizi değil kıtaları, Cebel-i Tarık’ta gemileri yakanın rüyası dünyaları aşıyordu. İspanya’nın sarayındaki tahtı muzaffer olarak ele geçiren nefsinin üstüne ayağını basarken kendi kölelik geçmişini hatırlıyor, altının ve gümüş tenlerin pırıltıları ile gözü kamaşmıyor, uyanıkken gördüğü rüyasına zinhar ihanet etmiyordu. 80 küsur yaşını aştığı halde at üstünde 3300 kilometreyi aşıp İstanbul önüne gelen de, aşk ile baktığı beldenin kendi aşkı ile yanacağı günün rüyasını azığı yapıyor, “beni buraya gömün” diye sur dibini işaret ederken aslında bir rüya emanet ettiğini sonraki nesillere talim ediyordu.
Biz o insana uyanmak istiyoruz. Sahte tiplerden, kof kimliklerden gına geldi. Artık insan görmek istiyoruz. O insanın rüyasını görmezsek kendisini de göremeyeceğiz. Bu bizim için hem vazifedir, hem mesuliyettir.
Biz Horasan erenlerinin de rüyasıydık. Ahmet Yesevi’nin işareti ile geldikleri toprakları kendileri gibi dirilerle diriltmekti o muazzez erenlerin rüyası. O topraklar şenlenecek, Allah adıyla mamur olacaktı, biliyorlardı. Onlar rüyalarında yollarını yol edinecek çocuklarını görmüşlerdi. Ezan sesleri ile payidar olacak toprakları kalplerinin en mutena yerinde beslemiş, büyütmüş, göremedikleri torunlarının yaşayabileceği İslam beldeleri olarak geleceğe emanet etmişlerdi.
Selçuklu, Horasan erenlerinin gördüğü rüyanın ilk menziliydi. Kılıçaslan gibi muhteşem bir kumandan batıdan cüruf gibi akan rezil bir istilayı savuşturmakla kalmasaydı, muhtemelen o rüyanın sınırlarını çok ötelere taşıyacaktı. Ama o milyondan fazla gözü dönmüşle mücadele ederken vazifesini yaptığını, bu vazifenin kimisi için rüya görmek, kimisi için rüyayı korumak, kimisi için de rüyayı genişletmek olduğunun farkındaydı.
Osmanlı ecdadımız da bir rüyanın peşinden yürümüş, atını hep kızıl elma diye mahmuzlamıştı. Orta Asya steplerinden Anadolu’ya, Anadolu’dan Bizans serhat boyuna Allah için, gaza için diyerek seğirtmiş, uyanık görülen bir rüyanın tahakkuku için sefer etmiş, cenk etmişti. Kara Osman’ın Edebalı’nın gönül dergâhında gördüğü rüya ancak uyanıkken gerçekleşecek bir rüyaydı. O, oğlu Orhan’a vasiyetinde Bursa’yı göstererek “Oğul beni şu gümüşlü kümbete defnedersin” derken aslında bir sonraki menzili işaret ediyor ve bunu yaparken de o muhalled rüyayı miras bırakıyordu ahfadına, başka bir şey değil…
Fatih’in açıp gülzar eylediği belde kim bilir nice zaman hem uyanıkken hem de uyurken gördüğü rüyasından başka neydi? Yavuz, Hitler’in 20. yüzyıl teknolojisi ile geçemediği Tih Çölü’nü aşarken önünde yürüyenin kim olduğunu biliyor, uyanık gördüğü rüyanın ne mübarek ve mukaddes bir sahibi olduğunu görüp şükrediyordu. O sahibin izinde bugün her tarafından oluk oluk kanayan bir coğrafyanın neredeyse tümünü bir selamet yurduna dönüştürme hizmeti lütfedildiğinde tevazudan başı önüne düşüyor, evine gece karanlığında dönerken fanilerin tezahüratı ile değil rüyasının mehabeti ile titriyordu.
Biz bir zamanlar rüya idik. Bizi rüyası olarak tasarlayanlar, bismillah çekip de hayatın üzerine yürümeseler ne şu topraklar, ne şu ezan sesleri ve ne de şu kimliğimiz olacaktı. Şimdi sıra bizdedir. Uyanıp rüya görme vaktimiz gelmiştir. Biz zor zamanlarda hayatın gailesine yenilenlerin değil, hayatı rüyasına uyduranların çocuklarıyız. Biz rüya görmezsek olmaz. Rüyamız, boyumuzu, cüssemizi, çapımızı aşmazsa olmaz. Rüyamız hayatın gerçekçiliği ile alay etmezse olmaz. Adı üstünde rüyadır bu… Hayatın üstündedir. Hayatın akışından farklıdır. Oranın gerçekliği ile yaşanan arasında fark vardır. O fark işte bizi diri kılacak farktır. O farkı arayıp bulmak, hayat ile ideal arasındaki farkı bulmaktır. Nedir hayat ile ideal arasındaki fark?
Hayat maruz kaldığımız, ideal mecbur olduğumuzdur. Neye maruz kalırsak kalalım, mecbur olduğumuzu yapmak zorundayız. Bunun da ne olduğu sır değildir. Bu andına bağlı kalmaktır. Andımız, bizi yaratan Rabbimize verdiğimiz sözdür. Biz iman etmekle canlarımızı ve mallarımızı O’nun yolunda kullanmaya söz verdik. Bunun karşılığı cennettir. Hepimiz bu alışverişin kendi çapımıza göre adını koymak zorundayız. Hepimiz verilen imkânlar ile istenen arasında bir eşleştirme yapmak, ellerimize, ayağımıza, gözümüze, özümüze bakarak rüyamızı tasarlamak zorundayız. Rüyamız, kısıtlı ve sınırlı muhakememiz, bizi sıradan tüketicilere dönüştüren gerçekçi, faydacı ve fırsatçı bakışımızla değil, yoluna düşüp, sözünü tutacağımız Zat’ın rahmeti ve hazinesine göre olmak durumundadır. Rüyamız bizi rüyalarında görenler kadar büyük olmak zorundadır. Artık uyanmak ve rüyamıza dönmek zorundayız. Bizi rüyasında görenlerin aşkına, bizi rüya olarak görenlerin aşkına… Uyanın, şimdi rüya vaktidir.
Vesile Adamlığı
Halit Yasir Özoğul
Evvelâ uyanık olmanın ve uyanık kalmanın rüyasını görmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, uykunun dışında varlığından söz edilebilecek rüyalara dair kelâm etmenin beyhude olacağı kanaatindeyim.
Rabbimizin, vaadettiği, kendi nurunu tamamlama aksiyonunda etkin bulunan, hangi yaşta olursam olayım, hem ruhen, hem bedenen dinamik bir ümmet personeli olmaya yönelik bir rüya desem...
Bununla beraber, artık, kendisinden öncekilerin yaşadığı tüm buhran ve sıkıntılardan âzâde olan yeni neslin, nüfusuna oranla çoğunluk olarak inanan, okuyan, düşünen, yazan, çizen, görüntüleyen, kurgulayan, söyleyen, arz eden ve yaşayan bir hâl ile âhir zamanın kurtuluşa vesile bir İslâm kadrosu olmasına dair bir rüya..
Ve âsî, en dip seviyedeki kula kadar, kendisi de o nimete ermiş olarak, herkesi kuşatacak bir hidayet yelpazesinin ucundan bir ömür tutabilmiş, bir “vesîle adamı” kimliğiyle, selâmet üzere son nefesini sâhibine huzur içerisinde teslim etmiş bir şahsiyet olabilme rüyası. Çok mu? Az bile...
Sonsuz Mekanın Peşinde Bir Mekan 
Sami Yaylalı
Benim rüyam, mesleğimin de tezahürü olarak bir bina, bir düşünce merkezi (think-tank merkezi) binası. Dünya iki yüzlü, bir tarafı aydınlıkken diğer tarafı karanlık, tarih boyunca da hep böyle oldu. Rüyamdaki düşünce merkezi, karanlığı aydınlatacak parlak fikirlerin üretildiği ve bu fikirlerin üretimine katkı sunmak için hiçbir dünyevi unvana gerek duyulmayan bir mekan. Sonsuz mekanın peşinde olan bir mekan yani. Her şeyin bir ömrü var, insanların, devletlerin hatta milletlerin bile. Rüyamdaki binanın kilometre taşı düşünce, o da zamandan bağımsız olur zihinden zihne düşünce...
Yeri Sarsan Adamlar…
Hasret Ali Genç
Yalpalamak en korktuğum şey: Bir o yana bu yana savrulmak. Tırmanıcısını arşa ulaştıran fasulye sırığı gibi dümdüz ve dosdoğru olmaktan mahrum kalanların yaşadığı cehennem, en acılı hayat tarzı… Başlı başına bir dengesizlik ve zikzaklar çizerek yol kaybettirici, hiç olmazsa çağlar müddetince geciktirici ve fersah fersah geride bırakıcı azap.
Şizofrenlikten kurtulmuş, hüviyeti, şahsiyeti belli insanların dünyasında yaşamak isterdim. İkilik hatta üçlük, dörtlük nedir bilmeyen nice numunelerin nefes aldığı, gezdiği, acemiye yol gösterdiği, rüyalar âleminden süzülüp inen bir yerleşim mahalli içinde bulunmak isterdim.
Niyetini doğrultmuş, iradesini niyetinin istikametinde kilitlemiş, “rap rap” yeri sarsan sağlam adımlarla, yılmadan ve kondisyondan düşmeden yürüyebilen adam varsa idolümdür benim. Varsa değil, olmalı muhakkak. Yoksa oldurmalı, ortaya çıkarmalı, çoğaltmalı. Dünyayı bu adamlardan mürekkep bir yerleşim merkezine dönüştürebilmek için hemen ilk ve sonra gereken her adımı atmalı.
Bir Rüyam Var: İslam Üniversitesi
Yusuf Temizcan
“Rüyanız Nedir?” sorusunu alınca aklıma düşen GENÇ’e yazdığım ilk yazının başlığı idi: “Bir Rüyam Var: İslam Üniversitesi”. GENÇ’e peşpeşe gönderdiğim bir türlü yayımlanmayan yazılarımın ardından tam yılmışken, “Rüyan gerçek oldu, yazını bu ay dergide okuyabilirsin :)” demişti Süleyman abi.
Ne tevafuktur ki daha birkaç gün öncesinde bu yazıyı tekrar okumuştum. Yazıda, İstanbul’da devasa bir alana kurulmuş bir üniversitenin mümeyyiz vasıflarından bahsetmiştim. Eğitim dilinin Türkçe, Arapça ve İngilizce oluşundan, nizamiye medreselerini kendine örnek almasından, yeni İbn Haldun’lar, Edward Said’ler yetiştireceğinden, öğrencilerin %80’inin burslu olacağından, haremlik-selamlık uygulanacağından, iki ayrı binanın sadece kütüphane olarak kullanılacağından, İslam Birliği çalışmalarının yapılacağından, yoksulluğu önlemeye yönelik gayretlerin olacağından ve daha pek çok şeye dair hayallerimden söz etmiştim.
Bugün aynı yazıyı -muhtemelen daha seçiçi kelimelerle- tekrar yazardım. Geçmişimiz gölgemiz olarak hep bizimle birlikte. Hayatımda birçok şey değişti ama rüyam hiç değişmedi.
Rüyamız O’nun Ümmetinden Olabilmek
S. Bilgehan Eren
“Rüyanız nedir?” sualine, Cemil Meriç’ten girip, İsmet Özel’den devam edip, Luis Borges’ten fiyakalı bir cevap verebilirim ama inan böylesi içimden gelmiyor… Büyük laflar edip, dar hayatlar yaşamak zorunda kalmak, beni rahatsız ediyor.
Ama illa bir cevap vereceksem, bizlerin görevi, büyüklerimizin rüyasını fertten cemiyete, içten dışa, dıştan da tekrar içe doğru hakikat kılmaktır.
Hani “şair”in bir tanımı da, rüya tabircisidir ya, gözü açık rüya gören adam, cemiyetin geliş gidiş trafiğindeki işaret levhaları.
İşte, o büyüklerden biri, sultan-üş şuara (şairlerin sultanı) Üstad Necib Fazıl şöyle diyordu:
Beri gel, serseri yol!
O’nun Ümmetinden ol!
Sel sel kümelerle dol!
O’nun Ümmetinden ol!
Sen, hiçliğe bakan yön!
Hep sıfır, arka ve ön!
Dosdoğru Kâbe’ye dön!
O’nun Ümmetinden ol!
Gel dünya, mundar kafes!
Gel, gırtlakta son nefes!
Gel, Arşı arayan ses!
O’nun Ümmetinden ol!
Solmaz, solmaz; bu bir renk…
Ölmez, ölmez; bir âhenk…
İnsanlık; hevenk hevenk…
O’nun Ümmetinden ol!
Gökte çakıyor haber,
Geber çelik put geber!
Doğrul yeni seferber,
O’nun Ümmetinden ol!
Rüyamız, hakiki mânâsıyla, Allah Resûlü’nün ümmetinden olabilmek… Bunun şuuruna erebilmek, bu dertle dertlenmek, bu aşkla demlenmek, bu rüya ile hayatımızı derlemek… Tüm oluşlarımızı ve olamayışlarımızı da, içte ve dışta, buna nisbetle hesaba çekebilmek…
Rüyası Olmayan Ceset Gibidir 
Abdurrahman Çetinkaya
Bizler ve tüm inananlar ebedî gençlik yolcularıyız. Ebedî kalacağımız menzilimize doğru yürüyüş halindeyiz. Bu yürüyüş esnasında engeller ve imtihanlar mevcut. Bunları aşabilmek ancak ebedî ufka taşıyacak rüyalar görmek ile mümkündür. Önce kendimi görmeliyim rüyamda, iradeli, anlamlı, say-ü gayret sahibi, sabırlı ve nezaketli olmalıyım. Yaratılan her şeyi öğrenmek için bir saniye bile kaybetmeden hikmete râm olmalıyım. Sonra ailem, akrabam ve komşum olmalı rüyamda. Onlarla faziletli bir dünya hayatının tasarımını yapmalıyım. Ve sonra insanlık olmalı rüyamda. Rabbimizin vekili “Halifetullah” olduğumu hiç aklımdan çıkarmamalıyım. Şefkat, merhamet ve iyilik dolmalı yüreğime. Ve böylece yaşadığımı, neden yaşadığımı bilmeliyim. Son olarak şunu bilirim; Rüyası olmayan yaşamıyor demektir, ceset gibidir.
Uğruna Ömür Verilecek Bir Rüya
Yahya Uyar
Hepimiz bu dönemde ve bu zaman diliminde dünyaya gönderilmiş varlıklarız. Hepimiz özel ve hayatımızla, düşüncelerimizle diğerimizden farklıyız. Herkesin kendi derdi ve gündeminde kaybolduğu şu dönemde hatırlamamız gereken büyük bir yaratılış gayemiz var. Dönüp gittiğimizde ardımızda bir şey eksilmeyecekse neye değecek bir hayat yaşıyoruz. Büyük rüyalar gören bir milletin varisleriyiz, uğruna ömrünü verdiği rüyalar görmüş büyüklerimiz. Bizi biz yapacak, sürüden ayıracak rüyalar görelim, peşine düşelim. Bedir bir rüyanın gerçeği, Malazgirt bir rüyanın delili, İstanbul’un fethi bir rüyanın nakış nakış işleyişiydi. Omuzlarımızda büyük sorumluluklar var, küçük rüyalar bizi kesmemeli.
Sermayemiz En Yüksek Verimde…
Hüseyin Küçükali
Benim rüyam şöyle: İnsanlar hastalıktan kurtulmak için değil, kendilerinin ve birbirlerinin sağlığını sürdürmek ve geliştirmek için uğraşıyor. Herkes kendisinin ve yakınlarının sıhhatini ve hastalığını, tatmin edici derecede ve kolaylıkla anlayabiliyor, takip edebiliyor.
İnsanlar sermayeleri olan bedenlerini, kabiliyetlerini ve imkanlarını en iyi şekilde okuyabilecek şekilde eğitiliyor ve en yüksek “verim”de kullanabilecek şekilde yetiştiriliyor. Hatta bu konuda birbirlerine destek olmaya alışmışlar. Merak ve edep günlük hayatta baş tacı ediliyor. Küresel iktisadi sistemler gün be gün şuurlu insanlar elinde yoğrularak ve pisliklerinden arınarak insani ve ahlaki bir zemine taşınıyor.
Ne Kadar İnanırsam O Kadar Gerçek Oluyor!
Muhammed Murat Tutar
Bundan 5 sene evvel bir rüyanın peşine düştüm. O zamanlar henüz üniversite sınavına hazırlanıyorken, iyice stresten bunalmışken tam da kendimi bulduğum bir dergiyle tanışmıştım. Deyim yerindeyse adeta büyülenmiş, dergiye hayran kalmıştım. O an gözlerim toz pembe bir rüyaya kapıldı, kendimi günün birinde bu dergiyi çıkaranların arasında hayal etmiştim. İlerleyen günlerde hem uyurken hem de uyanıkken hep bunun rüyasını gördüm, hep bununla yaşadım. Oysa dergiyi çıkaranlara, derginin mutfağına dair hiçbir fikrim yoktu. Rüyamın peşinden nasıl koşacağımı da bilmiyordum. Sadece inanıyordum, bütün kalbimle bir gün orada olacağıma inanıyordum...
9 ay boyunca bu rüyayı gördüm hep. Nihayetinde de gün geldi, peşinde koştuğum rüya gerçek oldu. İşte, kaç geceler boyu, günlerce rüyasını gördüğüm derginin mutfağına gelmiştim. Tanımadan, bilmeden çok sevdiğim insanların arasındaydım. Sanki uzunca zamandır oraya aitmişim gibi, varmak istediğim noktadaydım.
İnsan muhakkak bir rüyaya sahip olmalı. Sahip olduğu rüyanın ise asla peşini bırakmamalı. Çünkü rüyamıza ne kadar çok inanırsak, ne kadar çok rüyamızı yaşarsak ona kavuşma ihtimalimiz de o kadar artıyor. Zaten meselenin en can alıcı kısmı da “inanmak” değil mi?
Şimdiki rüyam ise bambaşka. Çok daha zor, çok daha zahmetli ve yine nasıl gerçekleşeceğini hiç mi hiç bilmiyorum. Dünyanın her bir köşesine gidip “yeryüzü müminlere mescittir” sırrınca alnımı her ülkenin toprağında bir kere secdeye değdirebilmenin rüyasındayım. Evet, bunu yapacağıma inanıyorum. Uzun vadeli en büyük hedefim, rüyalarımın biriciği şimdilik bu. Rüyamın peşinden mümkün olduğunca gideceğim ve inanıyorum ki Allah’ın izniyle bir gün bu rüyamı da yaşayacağım...
Rüyam Rüya Gördürmek
Selim Tiryakiol
Rüya görülmez, gördürülür derler. Peki ya gördürülmezse nasıl göreceğiz? Görmek için can atacağız, gayret göstereceğiz. Biz görmeye can attıkça gördüren de gördürecektir sonunda. Rüya genç adamın işidir. Ondan da önce çocuğun işidir. Gençliğini kaybeden rüyasını kaybeder. Biyolojik anlamda da bu böyledir. Yaşlandıkça rüyalar daha az görülür olur. Rüya peygamberlikten bir cüzdür. Bence dolaylı olarak çocukluktan da bir cüzdür; yani masumiyetten.
Yürürken görülen bir rüyamızın olması bizi hamlıktan, çiğlikten, çirkinlikten korur. Görünecek bir rüyası olanlar güzelleşir. Mesela rüyası olanların yazdıkları kitapları hemen anlarsınız. Rüyalarını kitaplarına da aksettirirler. Okuduğunuzda o rüyayı içinizde hissedersiniz. Bir ızdırap, bir ilim çilesi süzülür satırlardan. Rüyası olmayanların kitapları ise kopyadır, safsatadır.
Benim rüyamı soruyorsunuz. Bir ilim talebesi olarak benim rüyam, rüyası olan kitaplar yazarak daha çok insanın rüya görmesine yardımcı olabilmektir.
Arifane Yaşasaydık
Ayşegül Genç
Rüya üç kişiliktir demişler. Freud demiştir belki de. Bir; rüyada kendimizi görüyoruz, iki; rüyada olan kişiyi görüyoruz, üç; rüyada olan kişiyi ve kendimizi ayrıca görüyoruz. İşin ilginç tarafı bu üç kişinin üçü de biziz. Rüyanın kaynağı biziz. Gören de oynayan da anlatan da biziz. Bu kadar özel bir durumdur, bir çekirdektir rüya. Gerçekte yaşadıklarımızın, bildiğimiz ve yabancı olduğumuz yönlerimizin de devreye girdiği bir durumdur. Uyandığımız an kaybolur bu üç kişi. Bu üç kişiyi rüyadan kendi gerçek hayatıma taşıyabilmek en büyük rüyam olabilir. Olsa ne iyi olur. Hem kendi bilmediğim/farkında olmadığım yönlerimi tanısam, görsem, yüzleşsem, hem bildiğim yönlerimi geliştirsem ve parlatsam, hem de tüm bunlara daha yukarıdan bakıp farkında olsam ne güzel olurdu. Sonra bu topluma yansısaydı. Herkes kendini büyük uykuya dalmadan önce üçe ayırıp, sonra geri toplasaydı. Arifane yaşasaydık.
Ardındaydım, Oradaydım
Yasemin Özbey
Benim rüyam “İla-yı Kelimetullah’’ diyerek din-i mübin-i İslam’ın sancağını dalgalandıran ecdadın ardından ‘’ben ne yapabilirim’’ endişesini ömür boyu taşımak. Gerçekleştiremesem bile ‘’Oradaydım’’ demenin huzurunu yakalayabilmek...
Rüyam: Rüyamı Unutmamak
Ayşe Yazıcılar
Rüyam; insanların -bilhassa gençlerin- rüya sahibi olmalarıdır. Çoğu insanın kastettiğimiz manada bir rüyası yok. İnsan, anlamlı –rahmani de diyebiliriz- bir rüyanın peşine düşmedikçe üzerine kâbus ya da karabasanların çökmesi ve uyanmak istese de uyanamaması kaçınılmaz olur. Bu noktadan bakarak “Rahmani rüyalarla meşgul olmazsanız şeytani rüyalar sizi işgal eder” diyebilir miyiz? Diyelim.
Rüyayı sadece görmek de değil mesele. Marifet; bu rüyayı bizatihi iliklerine kadar yaşamak için bütün imkânlarını seferber etmek, gözünü karartmak, risk almak, rahatsız olmak, rahatsız etmek ve bunu bir hayat tarzı haline getirmektir. Elde edilen bir şey değil solunan bir şeyden bahsediyoruz yani.
Mana değeri yüksek ve aşkın rüyalara sahip insanların sayısı arttıkça kendisinin farkında olan insanların sayısı da artmış olacaktır. Rüya sahibi her bir kişi farklı bir doku farklı bir koku demektir. Farkındalığı ve farklılığı ile insanlığın bu dünyada oluşturduğu; öte dünyaya uzanacak olan şahane resmi düşünün! Evet, rüyası olmayanların rüya görmesine, zaten rüya görenlerin rüyalarının renklenmesine, çeşitlenmesine vesile olmak; uyuklamamak ve rüyamı unutmamak benim rüyam. O şahane resim için bu rüya solunmaya değer…
Cevherleri Pırıl Pırıl İnsanlar
Rabia Gülcan Kardaş
İnsan eşref-i mahlukat ya hani, işte ona sebep cevherinin pırıl pırıl olduğu bir grup insan benim rüyam. O insanların en sonuncusu, en arka sıradaki de olabilirim. Dert değil. İnsanlık şerefinin ete kemiğe bürünmüş hali olan, hikmete vakıf, Rabbini ve Rasulünü tebessüm ettirecek, tabiri caizse iyi ki yaratmışım denilen, mesajımı ne güzel anlamış, yaşamışsınız iltifatını alan, bütün güzel huyların, ahlakın tecessüm etmiş hali olan insanlara dahil olmak rüyam. Yorgunum, bitkinim, tükendim ve hatta öldüm... Ama geldim dediğim ve cümle derdin bittiği an. Derin bir uyku, bir ferahlık, sonsuzluk.
Rüyamız Fabrika Ayarımızdır
Yunus Emre Avşar
Gündüzünü, gecesinin aydınlığında geçirenlerin sermayesidir rüyalar. Bizim de uykularımızı kaçıran, bizi ayakta tutan; kendimizden geçirmeyen ve fakat bizi silkeleyip kendimize getiren oto-kontrol sistemimizdir. İnsan, ulaşamadığı ve azimle ulaşmak istediği gerçeklerin rüyasını görür ya da görmek ister. Bu rüya, insan hayatına bir nizam ve bir ülkü katar...
Bizim rüyamız; doğudan batıya, nerede bir feryat varsa oraya uzanan el olma arzusudur. Muhtaca aş olmanın rüyasıdır bizim rüyamız, mazluma umut. Bataklıkları gülistan etmenin rüyasını görürüz hep birlikte. Rüyamız... Afrika’da sudur mesela. Suriye’de sulh. Mekke’de heybet, Medine’de vuslat, Kudüs’te hürriyet...
Rüyalar, gerçeklerin fabrika ayarlarıdır. Her rüya, o gerçeği özüne döndürmek, silkeleyip kendine getirmek için görülmüş ya da görülmek istenen bir ulaktır. Misal, bir güzel peygamberin eşiğinde kevser yudumlamak bir rüyadır. Bunu görmek bedel ister, cehd gerektirir. Biz o rüyayı görmenin rüyasını görüyoruz. Bu rüya bizim gerçeklerimize de çeki-düzen veriyorsa, o rüya (görülme arzusundan ibaret olsa da) rüya gibi rüyadır.
Kırmızı Hapı Tercih Edelim 
Alaaddin Serhan Yaman
Hayatımız yaptığımız bir tercihe göre baştan aşağı şekilleniyor. Şöyle ki: Ya mavi hapı alacak, hayatımızı olağan akışında sürdüreceğiz yahut kırmızı hapı seçip olağanın dışına çıkacağız. Ya, yalnızca bir birey olarak var olacak ve kendimiz için yaşayacağız ya da diğerkâmlığa, karşılıksızlığa inanacağız. Ya hayatı dünyadan ibaret görecek, görüp tutabildiklerine itimat edeceğiz veya dünyayı hayatımızın merkezinden çıkarıp yerine ulvi olanı ikame edeceğiz.
Salt aklın süzgecinden geçirilen mavi gayet makul. Çünkü elle tutulabilen, görülüp dokunulabilen vaatleri var ve insanı güvende hissettiriyor. Bundan dolayı ona olan rağbet, çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalamayan ve idealleri uğruna konforunu hiçe sayan kırmızıya nazaran yüksek. Fakat başta tadının acı, hazmının zor olması ve tercih esnasında maviyi tercih edenlerin verdiği vesveseler kırmızının sonunun baldan tatlı olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Finalde kırmızıyı tercih edenlerin verdikleri mücadelenin akabinde gönüllerindeki sürura ve hayattan aldıkları lezzete karşın maviyi tercih edenlerin sıradanlığını ve kifayetsizliğini müşahede edenler mücadele için kolları sıvamakta ve akın akın kırmızı hapa niyetlenmekteler. Nihayetinde menfaatleri için değil başkaları için yaşayan, “hakkımı alacağım” değil de “üzerimde hakkı kaldı mı” diye düşünen insanların sayıca çoğalması neticesinde dünya daha iyi bir yer haline gelecek ve artık yattığımız derin uykudan uyanmak için gereken her şeye sahip olacağız.
Görmek İçin Göz Yetmez
Kadir Bekar
Uyurgezer gibiyiz. O kadar yoğunuz ve yorgunuz ki rüya görmeye bile vaktimiz yok. Belki de rüya görmekten korkuyoruz. Çünkü biliriz ki rüya görmek kolay olsa da rüyamıza sadık kalmak zor bir meseledir.
Görmek için göz yetmez kardeşim. Önce kapat gözlerini ama sakın uyuma. Zira başımıza ne geldiyse hep uyumaktan geldi. Kapat gözlerini ve aç gönlünü. Rüyanı gerçekleştirmek istiyorsan gözlerinle değil, gönlünle göreceksin.
Elbet benim de bir rüyam var. Belki bir düş. İlk kez gözleri ile gözbebeklerimin ta içine baktığını düşlüyorum. Düşledikçe düşümde üşüyorum. Hicap duyuyorum. Yine de, yine de çok seviniyorum. Hele bir de hafiften tebessüm ederse yüzüme... Düşümde bile düşüp bayılıyorum. Kokusu burnuma geliyor inceden... Ümmetin gözbebeği gülleri de gülüyor O’nunla beraber. Güldükçe güller de düşüp bayılıyor. Yani kardeşim anlayacağın benim rüyam beni benden alıyor.
Yalnız rüyam beni dertlendiriyor. Ya bunların hiçbiri olmazsa kardeşim, ya gülmezse. Ya öfkelenip eli ile git işareti yaparsa... Ya başını benden öte tarafa çevirirse. Anlayacağın kardeşim derdim de rüyam da büyük. Derdim beni yakıyor. Derdim beni müslüman kılıyor. Gayretkeş bir halde bir Mecnun kıvamına çekiyor beni derdim. Rüyam da bu, derdim de bu, düşüm de bu... Ben düşte gördüm gerçeği. Sen de düş de gör.
Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.