Eskiler kelimeler arasındaki sıraya bile dikkat ederlermiş. Güzel bir çocuk gördüklerinde “güzelmiş maşallah” yerine “maşallah güzelmiş” derlermiş. Güzelmiş’ten maşallah’a giden yolda nazara gelmesin çocuk diye. İki kelimenin yerini değiştirmek bile menzili/sonucu değiştirebilir diye.

İnsan zaten yarım bir varlık, tamam olmaya çalışırken etrafına saçtığı yongalara; dengesizlik, boşboğazlık, vurdumduymazlık gibi isimler verebiliriz. Yarım olan insanın hiçe doğru inerken/çekilirken çıkardığı yongalara ise; merhamet, duyarlılık, sevgi gibi isimler verebiliriz. Ağırlıkları atarak ilerlemek gibi düşünün. Menzilinizde ne varsa oraya uygun olmayan davranışları yol boyunca bir bir terk edersiniz. Hedefte iyi olmak varsa kötülükleri, kötü olmak varsa iyilikleri terk ede ede yürürsünüz. Ya da iyilikleri terk ederek varacağınız yeri kendiniz inşa edersiniz, kötülükleri terk ederek varacağınız yeri inşa ettiğiniz gibi… Birbirine bağlı işler bunlar. Tıpkı insanların birbirine bağlı olması gibi.

Köprüde intihar etmek isteyen adamı, köprü trafiğini tıkadığı gerekçesi ile azarlayıp “atlayacaksan atla” diyerek ölüme gönderen ablaların bundan sonra çizecekleri yol da varacakları menzil de kim bilir nasıl olacak?

İnsanı, yoldaki akışı engelleyen bir ‘beden’ parçasına indirgemek en büyük sorundur aslında.

Filozoflar, düşünürler, sanatçılar, din adamları, feministler hep farklı düşüncelerle yaklaşırlar insan bedenine. Yunan felsefesine göre beden kutsanan, heykeli dikilen, tapılan bir güzellik iken, Sokrat’a göre beden ruhun mezarıdır. Rönesans ressamları insanın maddi güzelliğini tuvale yansıtırken, başka düşünce şekilleri bedene acı çektirmenin yücelmeye vesile olduğuna inanmışlardır. Marx mekanikleşen bedeni, Darvin hayvandan evrilen bedeni, Freud ise yaşam öyküsü ile tepki veren bedeni anlatmıştır.

Modernizm ile birlikte beden devlete geçmiştir. Modern devletin, modern düşünürleri, sigortalanan, aşılanan, çalışma şartları olgunlaştırılan insan bedenini devletin bir mülkü olarak kabul ederler. Köprüdeki çöpleri toplayan, spot ışıklarını ayarlayan, intihar eden kişinin ölmeden önce sağlıklı olup olmadığını kontrol eden bir devlet vardır artık. Modern tıp antibiyotiklerini “beden her şeydir” diyerek sıraya dizer, literatüründe protez bacak, gen teknolojisi, klonlama, sperm bankası gibi argümanlar olan bilim adamları insan ruhunu sentetik ilaçlar ile onarmaya çalışır. Feministler “senin bedenin senin kararın” derler. Kürtaj hakkındır, ötenazi ve intihar da der özgürlükçüler. Kapitalizm tüketen, para harcadıkça, bir yerlere yetiştikçe mutlu olan, iki dakikalık keyif için ömründen harcayan insan bedenleri ister. Reklamcılar, ceolar yakışıklı olmayan aurası olmayan tıklanabilirliği sıfıra yakın bir bedeni görmek bile istemezler.

Bedenin bu düşünceden düşünceye, zamandan zamana aktarılan kronolojik serüveni köprüden geçen iki kadının “atlayacaksan atla” sözünün hem şerhi hem özeti gibidir aslında. Hangi düşünce silsilelerinden geçip geldiğimizin, bizi şekillendiren, yoğuran, etkileyen ve yoran hangi yolların dönemlerin sistemlerin içinde oyalandığımızın cevabı da olabilir. İslamiyet’in tüm bu düşüncelerin ötesinde bedeni bir “emanet” olarak kabul ettiğini, bizim ise çeşitli düşünce şekillerinden geçerek bu emaneti yerinden oynattığımızı algılamamız gerekiyor. Hem intihar edenin hem de intihara teşvik edenin bedeni gerektiğinde terk edilebilen bir meta olarak görmeleri, herkesin kendi bedeni hakkında tercih sahibi olması gerektiği, bizim “emanet beden” düşüncemize terstir. Kendi bedenini kendi mülkü olarak görüp onu değiştirmek, kürtajı, eşcinselliği, estetik ameliyatları, intiharı bir hak olarak kullanmak, “emanet” düşüncesinin yerinden sarsılmasıdır. Müslüman için sadece kendi bedeni değil, eşinin, çocuklarının, akrabalarının bedeni de kendisine verilmiş bir emanettir. Bu onu hem kendinden hem toplumdan sorumlu kılar.

Başta dediğimiz gibi insan tamam olmaya çalışan/uğraşan bir yarımdır. En güzel ile en kötü arasında gidip gelen, inip çıkan bir ruh haline sahiptir. Tamam olmaya da meyillidir, eksik kalmaya da…

Bu yüzden kardeşlerimize eksik olanı göstermeye, menzil olarak kötü olanı seçmelerini salık vermeye hakkımız yok. Namaz kılmayana zaten cehennemliksin demeye, yarım örtülü kızlara soyun bundan iyi demeye, içki içene artık düzen tutmazsın demeye hakkımız yok. Beter olana beter ol demeye hakkımız yok. İntihara meyledene atlayacaksan atla demeye hakkımızın olmadığı gibi. Peygamberimizin “yarım hurma ile de olsa kendinizi cehennem ateşinden koruyunuz” cümlesi tam da bu misallerle örtüşüyor. Amellerin, işlerin, verdiklerimizin, fedakârlıklarımızın yarım olduğunun hep farkında olarak yaşamak, ellerimizde o yarım hurmalarla iyiliğe doğru adım atabilmektir asıl olan.

Müslüman; yarımları, çeyrekleri terk ettiyse, atlayacaksan atla deme noktasına geldiyse durup düşünmelidir. Eskiler kelimeler arasındaki sıraya bile dikkat ederlermiş. Güzel bir çocuk gördüklerinde “güzelmiş maşallah” yerine “maşallah güzelmiş” derlermiş. Güzelmiş’ten maşallah’a giden yolda nazara gelmesin çocuk diye. İki kelimenin yerini değiştirmek bile menzili/sonucu değiştirebilir diye.

“Atlayacaksan atla” uç örneğini bir kenara bırakırsak, daha duyarlı olan büyük bir çoğunluğumuz bile bir ton laf söyledikten sonra “atlamaz inşallah” diyoruz. Uğruna bunca düşünce geliştirilmiş, üzerine kafa yorulmuş bir emaneti atlamaz’dan inşallah’a giden yolda bile terk etmemek gerekiyor bu ince misale göre.


Ayşegül Genç'ın Yazısı.