Güzelliği büyütmek ve çoğaltmak için önce onu keşfetmek ve görmek gerekir. Görmek için de gül gibi bir gönle sahip olmak önemlidir. Bu nevi derya gönüllü insanlar, kendilerini büyütme adına başkalarını küçültme gereği hissetmezler.

Yeryüzünde fesâdı değil, Hakk’ı, hakikati, güzelliği ve iyiliği hâkim kılmak, güzel göz ve gönüller ister. Güzelliği değil, kusurları, kötülükleri ve çirkinlikleri öne çıkaran kimseler, sadece kendilerini değil, çoğu zaman çevrelerini de kirletir ve çirkinleştirirler.

Eksik ve kusur araştırmanın Rabbimiz tarafından yasaklanması, ayıp örtücülüğün ve affediciliğin teşvik edilmesi, güzelliğin en az on katı ile mükâfatlandırılacağının vadedilmesi, esasen güzellik ve iyilik merkezli bir bakış açısının hâkim kılınmasına yönelik ilâhî bir iradedir.

Kin, haset ve kibir gibi hastalıklarla kararmış gönüllerden, güzel duygu, söz ve davranışların doğması elbette beklenemez. Bu nevi kimseler, güzelliği ve iyiliği büyütebilecek, çoğaltabilecek evsafta değildirler.

Güzelliği büyütmek ve çoğaltmak için önce onu keşfetmek ve görmek gerekir. Görmek için de gül gibi bir gönle sahip olmak önemlidir. Bu nevi derya gönüllü insanlar, kendilerini büyütme adına başkalarını küçültme gereği hissetmezler. Tam aksine kendilerini kendi gözlerinde kusurlu görürken, başkalarının iyiliklerini öne çıkarmaktan büyük bir manevî haz duyarlar. Bir insanı yüzüne karşı değil de gıyabında takdir edebilmek, büyüklük ve olgunluk nişanıdır.

Hüseyin Kutlu Hocaefendi anlatıyor:

“Alvarlı Efe Hazretleri ile Ali Haydar Efendi birbirini Allah için severlerdi. Her iki zâtın birbirlerine yakınlık derecesini, anlatacağım şu hâdise en güzel bir şekilde ifâde edecektir sanırım.

Efe hazretlerinin mânevî evlâtlarından Mehmet Tekin Bey, o zaman Erzurum Kandilli’de astsubay olarak görev yapmaktadır. Resmî bir görev için İstanbul’a gitmesi gerekir. 1955 yılı. Gitmeden önce Efe hazretlerini ziyaret eder. Hem izin ister, hem de bir emri olup olmadığını sorar. Efe hazretleri:

“Oğul! İstanbul Fatih’te Çarşamba denilen bir semt vardır. Orada İsmâil Ağa Câmii’ne gidersin. Bir vakit namaz kılarsın. Namazdan sonra cemaatten münâsip bir kimseye, “Beni Ali Haydar Efendi hazretlerine götürür müsün?” dersin. Seni alır götürürler. Benim selâmımı, hürmetlerimi arz eder; mübarek ellerinden, ayaklarından öpersin. Eğer şu ihtiyar hasta vücudumun yola tahammülü olsa, ben de seninle beraber gelir, o zâtın elini öper, duasını alırdım” buyurur.

Mehmet Tekin bey, Efe hazretlerinin emirlerini harfiyen yerine getirir. Fatih Çarşamba’daki İsmâil Ağa Câmii’nde ikindi namazını kılar. Cemaatten biri onu Ali Haydar Efendinin bulunduğu İsmet Efendi Tekkesi’ne götürür. Onlar da ikindi namazını kılmış, namaz sonrası ikindi hatm-i hâcegânı yapmaktadırlar. Mehmet Bey, kapı aralığında bulduğu bir yere oturur; hatmeye iştirâk eder. Hatme bittikten sonra Ali Haydar Efendi başını kaldırıp birini arar gibi cemaate göz gezdirir. Kapı aralığında oturan Mehmet beye eliyle işaret ederek:

“Sen, kapı aralığında oturan! Gel yanıma” buyurur.

Mehmet Bey, yerinden kalkıp Ali Haydar Efendi’nin önünde diz çöker, el öper. Yine kalkıp yerine gitmek isterken, Efendi hazretleri onun elinden tutup kendine çeker:

“Oğul, senden güzel bir râyiha geliyor, sen hangi bağın gülüsün?” der. Mehmet Bey alçak sesle:

“Acizâne Efe hazretlerinin bendesiyim, efendim” diye cevap verir.

Ali Haydar Efendi’nin kulakları biraz ağır işittiği için Mehmet beyin ne dediğini anlayamaz. Yanındakiler bir kâğıda yazıp gösterirler. Ali Haydar Efendi kâğıtta Efe hazretlerinin adını görünce ayağa kalkmak ister gibi toparlanır. Sonra Mehmet beyi bağrına basar:

“Oğul! Öyle bir zâta bende olmuşsun ki, eğer şu ihtiyar hasta vücudumun tahammül edeceğini bilsem, o zâtın ziyaretine gider, elini öper ve duasını alırım. Bak! Bu yanımdakiler şahittir. Hocazâdem Efe hazretlerinin mektuplarını kefenimin arasına koymalarını vasiyet ettim. O mektupları vesile kılıp Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dileneceğim” buyurur.”1

İşte iki güzel insanın birbirine ayna tutan faziletleri. Birbirini yok etmeye çalışan, kendi varlığını başkasının yokluğunda gören ham kişiliklerle, şu insanlık kalite tablosu arasında nasıl bir açı farkı vardır? Evet, fazilet ve güzelliğe odaklanan kimselerin dünyası elbette bir başka dünyadır.

Derya gönüllü insanlar, sadece güzelliği çoğaltmakla kalmaz, çirkinlikleri de toprağa gömerek üzerine âdeta gül fidesi dikerler. Üstad Ali Ulvi Kurucu anlatıyor:

“Amcam Hacıveyiszâde birleştirici bir insandı. Bir talebesi şöyle bir hatırasını paylaştı:

“Bir gün güya gayretkeşlik yaptım. Amcanıza, bir vaiz efendinin kendisi hakkında söylediklerini naklettim:

“Efendim, Akşehirli hoca vaazında, size bir noktada itirazda bulunduğunu söyledi, Mustafa Efendiyle bu hususta anlaşamadık,” dedi.

Daha benim sözüm biter bitmez, o gül yüzlü hocamın çehresi kararıverdi:

“Rica ederim. Üç hoca kaldık ortada yâhu! Bizi böyle birbirimize düşürmeyin. Allah için bizi birbirimize düşürmeyin! Elinizden gelirse, bana deyin ki: “Hocam, Akşehirli Hoca, size dua ediyor. Üç hoca kaldık, birisi de Mustafa Efendidir. Sağ olsun çırpınıyor; batmakta olan gemiyi kurtarmak istiyor; sa’yi meşkûr olsun, diyor...” deyin. Rica ederim. Hocaların birbirine sövdüğünü görseniz, duysanız dahi, “hocam filân size dua ediyor; Allah ömrüne bereket versin, sağ olsun, var olsun, diyor...” deyin. Yâhu şurada üç hoca kaldık! Yâhu siz hoca düşmanı mısınız?” diye beni azarladı.”2

Kötülüğü ifşa etmek de bir kötülüktür. Islah yolunda bir gayreti olmayanların, fesadı gündeme almaları, ifsad ateşini daha da körüklemekten başka bir işe yaramaz. Diğer taraftan güzelliğe odaklananların da fesadı fark etmemeleri elbette büyük bir gaflettir. Öyleyse engin bir şuur ve derin bir uyanıklığın eşlik ettiği güzellik odaklı bir hayat anlayışı, ne yüce bir insanlık kalitesidir.

Dipnot:

1- Hüseyin Kutlu, Efe Hazretleri, s. 112-114.

2- M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar, I, 235.


Adem Ergül 'ın Yazısı.