Dünyanın En Zengin Adamının Oğlu Olmak
M. Salih Eroğlu
Kanaat hazinesini dünya hazineleriyle değişen,
Mısır Yusuf’unu çok düşük bir pahayla satmış demektir (Hafız)
Babam dünyanın en zengin adamı olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla ben de dünyanın en zengin adamının oğlu olduğumu iddia ediyorum.
Richie Rich diye bir çizgi film karakteri vardı hatırladınız mı? İşte o karakterin farklı bir boyutu olduğumu iddia ediyorum bir bakıma.
Babama gelince; Forbes, Capital ve benzeri dergilerde en zengin 500 listesinde onun adını göremeyeceksiniz muhtemelen. Ama “Kanaat” isminde bir ekonomi dergisi çıkmış olsaydı, bu dergide adını muhakkak görürdünüz.
Babamın iddiasının sebebini yine onun sözleri ile açıklayayım: “Bir adamın sağlığı sıhhati yerinde ise, ailesi ile huzuru yerinde ise, namerde muhtaç olmayacak bir maişeti var ise, o adam dünyanın en zengin adamdır; başka zenginlik aramasın. Dolayısı ile ben de dünyanın en zengin adamı oluyorum bu durumda” deyip o gevrek gülüşüyle güler.
Efendimiz aleyhisselam ise bu konuyla ilgili şöyle buyuruyorlar: “Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur.” (Tirmizi, Zühd 34, (2347)
Kanaatin en büyük hazine olduğunu söylüyor hikmetli insanlar. Peki, kanaatkâr olabilmek için nasıl bir hal üzere olmak gerekir?
Bu sorunun cevabının “şükür hali” olması gerektiğini söyleyebiliriz. Zira insan ancak elindeki nimetin kıymetini bilir ise şükredebilir. Şükür de onu sahip olduğu nimetlere kanaate sevk eder.
Çağımızın en büyük sorunlarından birisi de şükürsüzlük maalesef. Ekonomik modelleri ihtiyaçların sonsuz olduğunu varsayan, istek ve arzularımızı kamçılayan bir dünyada yaşıyoruz. Sağdan soldan her konuda dünya bize tatminsizlik pompalıyor. Eğer şükür ipine sarılmadıysak mutsuzluk hastalığı baş gösteriyor.
Bu konuyla ilgili Gae Eaton’un Tanrı’yı Hatırlamak kitabında yer alan bir hikâyeye kulak verelim:
Fransız bir antropolog Hindistan’ın ücra köşelerinden birinde yaşayan bir kabileyi araştırmaya gider. Antropoloğun dikkatini çeken ilk şey bu insanların, zor şartlarda yaşamalarına rağmen, son derece neşeli olmaları oluyor. Yaşam ortalamaları oldukça düşük olan bu insanlar için, genellikle ölümle sonuçlanan salgın hastalıklar ve metanetle karşıladıklar doğum sonrası bebek ölümleri sıkça görülen şeyler. Fakat hemen herkesin yüzü gülüyor, hemen herkes neşeli. Hatta bu neşe, antropologa bile sirayet ediyor. Bu insanlar, televizyonları olmadığı için, çoğu insanlardan “daha kötü şartlarda” yaşadıklarını bilmiyorlar, dünyadaki herkesin kendilerine benzer bir hayat sürdüğünü sanıyorlar. Onun için de çoğunlukla mutlular, nadiren kavga ediyorlar. Antropolog, iki yıl sonra Paris’e dönüyor. Uçakta not tutarken bir ara başını kaldırıp etrafına baktığında birden dehşete kapılıyor. Yolcuların yüz ifadesinden kendisi yokken ülkede korkunç bir felaketin meydana gelmiş olduğunu düşünüyor. Zira kimsenin yüzü gülmüyor, kimse kimseyle konuşmuyor; sanki birbirlerinin yüzlerindeki acıyı görmek istemez gibi yolcular birbirlerinden gözlerini kaçırıyor. Antropolog da ne olduğunu öğrenmekten korktuğu için kimseye bir şey sormuyor. Hâlbuki ortada felaket falan yok, sadece Fransız antropolog kendi insanının yaşayış tarzını unutmuş.
Evet, çağımızın insanları olarak bizleri onca nimet tatmin etmiyor. İnsanlar mutsuz. Tatminsizlik durumunu nasıl aşacağız peki?
Cevabımıza Efendimiz aleyhisselam yetişiyor: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini, küçük görmemeniz için gereklidir.” (Buhari, Rikak 30; Müslim)
Demek ki sahip olamadıklarımıza değil, sahip olduklarımıza odaklanmak bizi şükreden bir hale erdirecek ve kanaat sahibi olmaya başlayacağız. Dünyanın en zengin adamının oğlu/kızı olmak şöyle dursun, bizzat dünyanın en zengin adamı/hanımı olabilme imkânını bakış açımızı değiştirerek elde edebileceğiz.
GENÇ'ın Yazısı.