Ne giyerse giysin, ne yerse yesin, neye binerse binsin, nerede yaşarsa yaşasın, en yüksek perdeden bir tevazu ile üzerindeki nimetleri Rabbinden birer emanet ve nîmet olarak bilen ve ihtiyaç sâhiplerini, bir emânet olarak gören kişi, ne bir kabahattedir, ne zararda, ne ziyândadır; ayıplanıp, hor görülecek, su-i zan ile anılacak hiçbir durumu da yoktur.

Altı yıl önce, Genç Haber mail grubunda, Yıldız Ramazanoğlu’nun kaleme aldığı “Zehra Hanım’ın Işığını Kapatan Jip” başlıklı bir yazı paylaşılmış, konunun üzerine, daha ziyâde “jip tipi araçlar” ele alınarak, hayli fikir mülâhazaları olmuştu.

Kocası vefat etmiş, evlatları çok uzakta bulunan, şeker hastası ve karanlık denilebilecek bir bodrum katta oturan Zehra teyzenin, tek ışık alan pencereciğinin önüne, aslında maddî durumu elveriyor olmamasına rağmen, gündüzleri evde bulunup, ikindi sonrası dışarı çıkan, yeni kuracağı kendi işine dâir, çevresine prestijli bir görüntü vermek arzusuyla aldığı koca jipini ha bire, inatla park eden komşusundan yakınmasını içeren bir yazıydı bu.

Bu minvâl üzere, mail grubunda, seviyeli bir şekilde ortaya konan düşünceler, zaten loş ışıkta yaşanan gündüzü, gece karanlığına bürüyen bir komşu zulmünden öteye yol almış, kısa sürede, benim, yazılışını, okuduğum gibi, “jip” olarak tercih edeceğim araç sınıfının, hayatımızdaki, içimizdeki varlığına, uyandırdığı hislere ve inanç ölçülerimize göre pozisyonuna yönelivermişti.

Bir gün, ziyâretinde bulunduğum varlıklı, cömert bir abiye, söz arasında, “Allah malınızı, mülkünüzü çoğaltsın, kazancınızı daha bereketli eylesin.” dediğimde, derin bir tebessümle, “Hesap işi ne olacak?” diye mukâbelede bulunmuş, sonra, sorduğu bu mânidar soruya yine kendisi cevap vermişti: “Kalbe koymadıktan sonra, vazifeni de yapıyorsan, neye sâhip olursan ol, emanettir, mülk zaten Allah’ındır.”

Bir başka vakit, yakın zaman önce aldığı heybeti yüksek, siyah yeni jipini artık göremediğim genç bir kardeşimize, tekrar otomobile dönüşünün sebebini sorduğumda, “Jipe binmek bize göre değilmiş yâhu, değiştirdik hemen.” demişti… Aynı arkadaşın, oldukça lüks bir otomobille geldiği câmide, namaz çıkışı bana, “müezzini tanıyor musun, tesbihatı yetiştirememek beni korkutuyor, biraz âheste olunamaz mı?” dediğini de hatırlıyorum.

“Adam jipe biniyor kardeşim!” Veya çok lüks bir otomobile, hatta farklı zamanlarda, motora, yata, helikoptere, belki özel uçağa… İşe güce, ziyarete, misâfirliğe, tâtile, câmiye, sohbete, hatta zikir ortamlarına bile bunlardan biriyle gidiyor. Gitsin…

Fikredilen ve arzusu duyulan şu ki, zühd unutulmasın; delinmiş çorap dikilsin, sofra bazen yere serilsin, açlık ara sıra “tercih” edilsin, değişim, tâmire gâlip gelmesin, sâdelik unutulmasın.

Üzerimizdeki en fârik vazîfelerden birinin hüsn-ü zannı muhafaza olduğunu sürekli hatırda tutmak gerekiyor.

Üzerinde, mal, mülk, para, ticaret ve bir sürü imkân olduğu hâlde bir insanın Rabbini unutmaması, hele hele ihsan duygusu ile yaşayabilmesi, ekonomik durumu daha elverişsiz olanlara göre çok daha fazla değer arz edebilir de.

Fakirin Allah’tan başka nesi vardır ki?! (!) Zenginin Allah’tan başka nesi yoktur ki?! (!)

Dünya dediğimiz bu fâni âlem, lezzetlerinin peşinde koşmayı tercih eden herkesi ağına alıveriyor. Oysa Yaratıcısı ve onun kendisine kılavuz olarak gönderdiklerinin izini sürenin de peşinden koşan bu sefer, dünya oluyor.

Ne giyerse giysin, ne yerse yesin, neye binerse binsin, nerede yaşarsa yaşasın, en yüksek perdeden bir tevazu ile üzerindeki nimetleri Rabbinden birer emanet ve nîmet olarak bilen ve ihtiyaç sâhiplerini, bir emânet olarak gören kişi, ne bir kabahattedir, ne zararda, ne ziyândadır; ayıplanıp, hor görülecek, su-i zan ile anılacak hiçbir durumu da yoktur.

Bir düşünmeli değil mi sâhi: Şeytan ve nefsin teşvikiyle, onca dünyalık “bana gel, bana gel!” diye alkış tutarken, şu delikanlı, şu hanımefendi, her dem yaptığı ama kimsenin bilmediği hayırları unuta unuta, daha güzel bir kul olabilmenin gayretiyle, jipine binmiş, sohbete gidiyor... Gitsin… Allah rast getirsin.


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.