Afrika`ya El Uzatacak mısınız?
İsmail Günday
“Neden?” diyoruz. “Başkası el uzatmadı bize” diyor. “Bu kilise okulunu bir yıl önce Amerikalılar yaptırdı. Bu bir Amerika projesi. Ama iyi oldu geldiğiniz en azından beyaz Müslümanların olduğunu da gördük” diye sevincini izhar ediyor. Sabah okuldan ayrıldıklarını gördüğümüz beyaz insanların Fransa’dan geldiklerini öğreniyoruz. Fransa’da kilise bursuyla okuyan yüzlerce genç altı aylığına gönüllü olarak herhangi bir Afrika ülkesine gitmek ve hizmet etmek zorundaymış. “Keşke bu okul bizim okulumuz olsaydı, keşke bizim genç gönüllülerimiz de buralara kadar gelselerdi” diye düşünmeden edemiyoruz.
Allah Teâlâ’nın en öne çıkan rahman ve rahim sıfatlarının adeta bir tecellisi olarak Müslüman Türk Milleti hep mazlumun yanında yer almıştır. Merhametin gereği olarak yardıma ihtiyacı olana bir el, açlara birer ilaç olmuştur. Bu merhamet kendini bazen orta Asya’da, bazen Kafkaslar’da, bazen de Avrupa’da kendisi gösterdi. Şimdi merhamet duygularını sergileme sırası Afrika’ya geldi.
Bu yıl da Kurban vesilesiyle bulunduğum Afrika’nın güzel ülkesi Burkine Faso’da müşahede ettiğim bir hatırayı paylaşmak istiyorum.
Okulların tatilde olduğu bir günde açık bir kilise okulu görüyoruz. Serde öğretmenlik olunca buna ne kadar sevindiğimi bilemezsiniz. Okul formalı çocukları görünce hemen durmak istiyoruz orada. Bakıyoruz ki sekiz on kişilik beyaz ırktan bir bayan grubu var okulda. Görünüşlerinden Avrupalı veya Amerikalı bir grup olduğu anlaşılıyor. Dönüşte uğramak üzere yolumuza devam ediyoruz. Ancak aklım hep okulda kalıyor. Bir yandan işimiz erken bitsin de öğrenciler evlerine dönmeden yetişelim diye dua ediyorum bir yandan da onlara ne anlatabileceğimi düşünüyorum. Nihayet dönüyoruz, çocuklar henüz gitmemişler evlerine.
Okul idarecilerinden izin istiyoruz. Çocuklarla oynamak, fotoğraf çekmek ve onlara şeker dağıtmak için. Okul yöneticileri Müslüman olduğumuzu bilmediklerinden buna müsaade ediyorlar. Bilemezler çünkü burada bütün beyazlar Hıristiyan olarak biliniyor. Bir kişinin Müslüman olabilmesi için ya Arap olması ya da zenci olması gerekiyor onlara göre. Müslüman olduğumuzu çocuklarla yaptığımız konuşmadan anlıyorlar. Biraz moralleri bozulsa da baştan izin verdikleri için bir şey söyleyemiyorlar. Belki de çocuklar bu güne kadar gelen beyazlarda bulamadığı samimiyeti ve sevgiyi bizde bulduklarından neşeleri yerinde olduğu için ses çıkaramıyorlar.
Hocalardan biri sokuluyor yanımıza ve “Müslüman mısınız?” diye soruyor. Müslüman olduğumuzu anlayınca “Ben de Müslümanım aslında” diyor. Soruyoruz “Yoksa bu çocuklar da mı…” “Evet” diyor. “Burada 280 kadar çocuk var ve tamamına yakını Müslüman çocuğu.”
“Neden?” diyoruz. “Başkası el uzatmadı bize” diyor. “Bu kilise okulunu bir yıl önce Amerikalılar yaptırdı. Bu bir Amerika projesi. Ama iyi oldu geldiğiniz en azından beyaz Müslümanların olduğunu da gördük” diye sevincini izhar ediyor.
Okul tam teşekküllü bir kilise aslında… Zemin beton ama pırıl pırıl, tavanlar şimdiden rengârenk yılbaşı süsleriyle süslenmiş. Kürsünün arkasında devasa bir haç işareti… Bütün salon özenle dizilmiş taburelerle dolu. Bir emek verildiği, içeride sıkı bir çalışma olduğu her halinden belli.
Sabah okuldan ayrıldıklarını gördüğümüz beyaz insanların Fransa’dan geldiklerini öğreniyoruz. Fransa’da kilise bursuyla okuyan yüzlerce genç altı aylığına gönüllü olarak herhangi bir Afrika ülkesine gitmek ve hizmet etmek zorundaymış. “Keşke bu okul bizim okulumuz olsaydı, keşke bizim genç gönüllülerimiz de buralara kadar gelselerdi” diye düşünmeden edemiyoruz.
İçimiz kan ağlaya ağlaya da olsa çocuklarla biraz oynadıktan, onlara şeker ve çikolata dağıttıktan sonra buruk bir duyguyla el sallayarak ayrılıyoruz.
Şehir merkezindeki camiler geliyor aklıma. Onları da ziyaret etme fırsatı olmuştu orada da durum farklı deşildi. En az yüz çocuk sadece bir kitabı kullanıyordu. Türkiye’deki ifadesiyle bir tek elif cüzü... İçinde kısa kısa dini bilgilerin de yer aldığı bu kitapçık abartısız belki otuz defa dağılmış ve tekrar dikilmiş iğne iplikle.
Öğle namazı kılmak için sadece elli metre uzakta bulunan camiye geçiyoruz. Kilise okulunun hemen yanında yeni bir cami… Hemen yanında eski bir cami olmasına rağmen kilise okuluna tepki olarak yaptırılmış bu cami. Görünüşü sevindiriyor bizi. İçimizdeki hüzün sürura dönecek diye beklerken caminin okuluna (medresesine) takılıyor gözlerimiz.
Medrese harabeden farksız… Kapı pencere arama, çatı dersen yarısı sazlarla örtülü, yarısı açık. Zemin sürülmüş bir tarla gibi, oturaklar kırılmış birkaç briket ve parçalanmış sıralardan ibaret. Hepsinden önemlisi okulu okul yapan cıvıl cıvıl çocuk sesleri yok. Tamamına yakını Müslüman olan bir köyün iki yüz seksen çocuğunun cıvıltıları kiliseyi şenlendirirken caminin okulu mahzun.
İmama soruyoruz: “Neden böyle?” Verdiği cevap karşısında utanıyoruz. “Onların beyaz destekçileri var, yardımlar gönderiyorlar ve ziyaretlerine geliyorlar. Öğrencilere bedava okul forması dağıtıyorlar. Sonra öğlenleri yemek veriyorlar. İçlerinden seçtikleri zeki çocukları Avrupa ve Amerika’da okutuyorlar. Ben ne yapayım ha, söyleyin ben ne yapayım…” diyor. Bu aslında sahipsizliğin ve çaresizliğin bir ifadesi…
Şehir merkezindeki camiler geliyor aklıma. Onları da ziyaret etme fırsatı olmuştu orada da durum farklı değildi. En az yüz çocuk sadece bir kitabı kullanıyordu. Türkiye’deki ifadesiyle bir tek elif cüzü… İçinde kısa kısa dini bilgilerin de yer aldığı bu kitapçık abartısız belki otuz defa dağılmış ve tekrar dikilmiş iğne iplikle. Yani durum başkentte de pek farklı değil.
“Keşke sana sahip çıkabilsek, destek olabilsek” diye biz de katılıyoruz o çaresizlik kervanına. Anlıyoruz ki içini dolduracak insanı yetiştirmeden cami yapmak da fayda vermiyormuş. Anıyoruz ki bazen o çocuklara haftada bir gün bile olsa dinini öğretecek bir hoca olmak veya hoca bulmak bir cami yatırmaktan daha öte bir hizmetmiş. O çocuklara forma dağıtamasak da bir gofret dağıtmak, bir kuyu açmaktan daha önemliymiş. Zeki çocuklara Türkiye’de eğitim imkânı sağlamak belki hepsinden daha mühim.
Yavuz Sultan Selim Hân’ı hatırlıyoruz. Mısır Seferinden dönerken bütün Afrika’yı geçip İspanya’dan Avrupa’ya girmek ve İstanbul’a buradan dönmek isteyen Sultan’ı… O günkü ufkuna bu gün bile erişebilmenin imkânsızlığını… Yapılacak nice hizmetlerin olduğunu, gidilecek nice yerlerin olduğunu, hepsinden öte gittiği yerde hizmet edebilecek insanlara ihtiyaç olduğunu düşünerek ve hiçbir şey yapamamanın ıstırabıyla ayrılıyoruz buradan.
GENÇ'ın Yazısı.