Gelenekçilik mi Bağnazlık mı?
İnsanları körü körüne yaftalamak insafsızlıktır. Peşin yargılar, taassup boyutundaki bağlılıklar, hele bunu başkalarına bulaştırmak telafisi imkânsız bir hatadır. Bid’atçi, zındık, sapık gibi ifadeler hep bu peşin hükümlerin doğurduğu sonuçlardır.
Bir kitapevindeyim. Yeni çıkanlara göz gezdiriyorum. Üç genç de kitaplara bakıyor, aralarında konuşuyorlar. Gayr-i ihtiyari duyuyorum konuşmalarını. Biri sürekli kitap tavsiye ediyor yanındakilere. “şunu mutlaka okumalısınız. Şunu ne yapıp edip almalısınız” gibilerinden. Gösterdiği kitapların kendi meşrebinin kitapları olduğu belli. Çünkü hepsi yan yana sıralanmış, birbirini çağrıştıran kitaplar. “Bakın bu bid’atçilerin* başı olan Cemaleddin Afgani’yi anlatıyor; modernistlerin üstadı olan Muhammed Abduh’u, Reşit Rıza’yı. Şu kitap mezhepsizliğin zararlarını anlatıyor, şu kitap ehl-i sünnete tutunmayı...”
Gençlerden biri en sonunda, “Ağabey biz en iyisi sana bir miktar para verelim, sen uygun gördüklerini al bize!” deyiverdi. Öbürünün “buyurgan ağabeylik” rolüne soyunmasından çok, berikinin bu teslimiyetçi tavrı şaşırttı beni.
Her şeyden önce bu gençleri -sözüm ona- zararlı fikirlere karşı korumak zihniyeti yatıyor bu tavsiyelerde. Bu da maalesef ehl-i sünnet, gelenekçilik adına yapılıyor. Bu insanlar toplumda ne kadar yekun tutuyor bilmiyorum ama, bildiğim şey, bunların İslam’ı dar kalıplara hapsettikleri, katı bir mezhep, meşrep taassubuna kurban ettikleridir.
Bunlara göre, İslam adına her şey söylenip bitmiştir. Yani içtihat* kapısı kapanmıştır. Geçmiş âlimlerimiz bütün meselelere çözüm bulmuşlar, söylenecek ne varsa söylemişlerdir. Bizim tek yapmamız gereken onları taklit etmek, onların söylediklerinden kıl payı ayrılmamaktır. Dolayısıyla yeni fikirler ortaya koyan, içtihat etme cüretini gösteren herkes bidatçidir, sapıktır(!).
Doğrusu taassuptan* başka bir şey değildir bu. Hem insan aklını, hem de toplumsal değişmeleri hiçe saymaktır. Tabii ki biz geçmiş âlimlerimizi hürmetle anıyoruz. Onlar bizim baş tacımızdır. Onların ortaya koyduğu düşünceler yabana atılmayacak, yazdıkları eserler, göz ardı edilmeyecek kadar kıymetlidir bizim için. Köklü ilim mirasımız en güçlü dayanak noktamızdır.
Ancak, bugünün de ortaya konulacak düşünceleri, bugünün de yapılacak içtihatları vardır. Çünkü sosyal ve ekonomik anlamda çok hızlı bir değişim söz konusudur. İslam’ın temel kaynakları da bütün safiyet ve canlılığıyla elimizdedir. Önceki âlimlerin önümüzde açtıkları ufukla, bu saf kaynaklardan anlaşılacak, insanlara sunulacak daha çok çözümler, güzellikler vardır.
İslam’ın belirli sabitelerinin olduğu hepimizin malumudur. Bunlar zamanın, mekânın, nesillerin değişmesi ile değişmezler. Bir de zamanla, şartlarla değişen/içtihada dair konular vardır. Akıl, daha çok değişen bu noktalarda hareket eder. Bunlar sabitelerin ışığında yorumlanır; bunlar vasıtasıyla dinin yaşanılırlığı, canlılığı sağlanmış olur. Evrensel her mesajda bulunması gereken niteliklerdir bunlar. Özellikle tüm insanlığı muhatap kabul eden İslam’ın en belirgin özelliğidir.
Ancak değişen bu hükümler/içtihatlar/görüşler, değişmez mutlak doğrular olarak kabul edilirse, dini hayat donuklaştırılmış olur. Yeni düşüncelerin önü tıkanır. İşte İslam dünyasının en büyük problemi de bu olmuştur yüzlerce yıl. Çok canlı bir ilmî anlayış ve devirden sonra -kimi istisnalar dışarıda bırakılırsa- uzun bir duraklama dönemine girilmiştir.
* * *
Avrupa’daki gerek düşünce, gerek ilmî ve teknolojik gelişmeler, çok hızlı değişimleri getirdi beraberinde. Bu değişimler bir kâbus gibi çöktü İslam dünyasının üstüne. İslam dünyasındaki genel manzara: Siyasi ve ekonomik gerileme, ilmî anlayıştaki durağanlık, fikri buhran, parçalanmış ve sömürgeleştirilmiş topraklar, çoğu kez atılım ruhundan yoksun Müslümanlar..
İşte böyle bir ortamda ıslahat, tecdit* gibi düşüncelerle hareket eden kimi âlimler çıktı. Onlara göre, bu durağanlık bitmeli, bu dağınıklık bir son bulmalıdır. Bu da “taklit”le değil, önceki âlimlerin yaptığı gibi, “Kur’an ve sünnet”ten hareketle yapılmalıdır. Geçmiş kutsanmaktan vazgeçilmelidir. İşte Afgani, Abduh, Reşit Rıza gibi düşünürlerin çıkış noktası burasıdır. İslam dünyasının yeniden ayağa kalkabilmesi için İslam’ın akla verdiği değeri, Müslümanlar da vermeli; taklit ruhunu bir kenara bırakmalıdırlar.
Yani bu düşünürler, tamamen İslami kaygılarla hareket etmişlerdir. Batı taklitçiliğine soyunmayı değil, temel kaynaklara dönmeyi hedeflemişlerdir. Zira İslam dünyasının geri kalması İslam’dan değil, İslam’ın gerçek anlamda anlaşılmamasından ve yaşanmamasından ileri gelmektedir. Goldziher’in de ifade ettiği gibi, bu ekol, şu temel prensipten; İslam’ın evrensel bir din olduğu, bütün milletlere, zamanlara ve medeni şartlara uygun olduğu prensibinden hareketle ortaya çıkmıştır. (Mezâhibü’t-Tefsîri’l-İslâmi, s. 352)
Bu düşünürler, İslam dünyasına gerçekten bir uyanış getirmişlerdir. Fikirlerini kabul edenler de etmeyenler de onlardan etkilenmişlerdir. Özellikle onların “İçtimai tefsir” anlayışından sonra yazılan bütün tefsirler onlardan izler taşımaktadır. Nitekim bunu Muhammed Esed şöyle ifade etmektedir: “Abduh’un modern İslam dünyasındaki yerini tam olarak vurgulamak güçtür. Hiç mübalağasız diyebiliriz ki, çağdaş İslam dünyasındaki her eğilim, doğrudan veya dolaylı olarak, çağdaş İslam düşüncesinin bu en seçkin simasından etkilenmiştir.” (Kur’an Mesajı, I, XXV)
Evet, akla gereğinden fazla öne çıkarmak, kimi rivayetleri göz ardı etmek, karşı durdukları Batılı fikirlerden yer yer etkilenmek gibi eleştirilecek yönleri vardır. Ancak etki ve tepkinin olduğu her durumda bu tür uç çıkışların olabileceği kabul edilmelidir. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır da, Abduh’un Fil suresiyle ilgili görüşünü tenkit etmiş, ancak hakkını teslim etmekten de geri durmamıştır:
“Abduh’un Allah ve Resûlünü sevdiğine, üstün sözün Kur’an’ın sözü olduğuna tam bir iman ile bağlı bulunduğuna ve İslam âleminin Batılıların tasallutundan kurtarmak için Müslümanları uyarma konusunda büyük çaba harcadığına dair en ufak bir şüphemiz yoktur. Ancak yaptığı yanlışa dikkat çekmek de hakkı bilenlerin bir görevidir.” (Hak Dini Kur’an Dili, IX, 6134, 6139)
Osmanlı döneminde bu ekolün eserleri Türkçe’ye tercüme edilir. Çok geçmeden onların başlattığı bu ilmî ve sosyal hareket ülkemizde de etkisini gösterir. Yeni arayışlar başlar. Meşrutiyet sonrası dönemde pek çok aydınımız bir tecdidin gerekli olduğundan bahsetmeye başlarlar. Evet, yeni çözümler bulunmalıdır ve bu klasik usulü kullanarak, kitap ve sünnete başvurarak yapılmalıdır. İçtihat kapısı açıktır. Hatta diğer mezheplerden de istifade edilmelidir. Said Halim Paşa, Elmalılı, Mehmed Akif, Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı bu görüşte olan kişilerdir. (Hayreddin Karaman, Her şeye Rağmen, s. 32)
* * *
Benim bu örnekten hareketle varmak istediğim netice şudur: İnsanları körü körüne yaftalamak insafsızlıktır. Peşin yargılar, taassup boyutundaki bağlılıklar, hele bunu başkalarına bulaştırmak telafisi imkânsız bir hatadır. Bid’atçi, zındık, sapık gibi ifadeler hep bu peşin hükümlerin doğurduğu sonuçlardır.
Bu, İslam dünyasında yüzyıllarca problem olmuştur. Bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür aslında. Ümmetin büyük müfessiri Taberi, sırf bazı konularda Ahmed b. Hanbel’den farklı düşündüğü için fanatik Hanbeliler tarafından şiddet görmüştür. Şah Veliyyullah Dihlevi, Kur’an’ı Farsça’ya çevirdiği için suikasta uğramıştır.
Muhammed Hamidullah, miraç konusundaki farklı görüşü sebebiyle yakın tarihimizde yine aynı zihniyetin ciddi ithamlarıyla karşılamıştır. Çağımızdaki en orijinal tefsirlerden birini kaleme alan Mevdudi, ehl-i sünnet adına yerin dibine batırılmıştır. Hayreddin Karaman bir dönem içtihada dair görüşleri yüzünden çok ağır eleştirilere maruz kalmıştır.
Hâlbuki biz düşünceleri okuruz, tartışırız, beğeniriz veya beğenmeyiz. İnsanların hata yapabileceğini, yanlış yargılara varabileceğini her zaman göz önünde bulundururuz. Nitekim İmam Mâlik, Peygamber Efendimizin kabrini göstererek: “Her insanın sözü kabul de edilebilir ret de; ancak şu kabrin sahibinin sözü müstesna” demektedir.
İslam düşünce mirası çok zengin bir hazine. Ben bu hazinenin bütün renklerinden istifade etmek gerektiğini düşünüyorum. Ahmed İbn Hanbel’den de, Taberi’den de, İbn Arabi’den de, İbn Teymiye’den de, Elmalılı’dan da, Abduh’dan da öğrenecek çok şeyimiz var. Eskinin katı fırka, meşrep, cemaat zihniyeti geride kalmalı artık! Bunca problem varken kendi kendimize cebelleşmek beyhude bir çaba!
*Bid’at: Dinin aslında olmayan, sonradan ortaya çıkan uygulama.
*İçtihat: İslam âlimlerinin şer’î çerçeve dahilinde bir konuda fikir ortaya koymaları.
*Taassup: Aşırı bağlılık, aşırı taraftarlık, bağnazlık.
*Tecdit: Dinin özünden hareketle girişilen yenilik hareketi. Islahat ve ihya ile yakın anlamdadır. Tecdit anlayışı Peygamberimizin: “Allah bu ümmete her yüz yılın başında dinlerini tecdit edecek bir âlim gönderecektir” hadisine dayanmaktadır. (Ebû Davud, Melâhım, 1)
Mesut Kaya'ın Yazısı.