Salih Kılınç*

Bozkırın ortasında, denizi olmayan, soğuk bir şehir Ankara. Ama öyle “mabetsiz şehir” denilip köşeye atılacak bir yer de değil. Burası 1923’den önce de vardı. Mustafa Kemal’den, İsmet Paşa’dan, Yakup Kadri’den önce de Ankara vardı.

Ankara’nın gri, bulanık, kasvetli bir şehir olduğunu hiç duymadıysam sanırım en az elli defa duydum. Bu klişeyi dillendirenler genelde İstanbul’da mukim olup Ankara’ya iş veya ziyaret için gelenler. Bunlara bir nebze hak verebiliriz. Çünkü Ankara’yı tanımıyorlar, tanıyacak kadar zamanları da yok. Buraya geldiklerinde epey zorlanıyorlar, nereye gideceklerini kestiremiyorlar. En sonunda, kendilerini rahatlatmak adına galiba, bilindik laflardan medet umuyorlar: “Ankara memur şehri”, “Ankara’daki insanlar hiç gülümsemiyor, suratları her daim asık”, “Ankara soğuk, gri bir şehir”, “Ankara’da gidilecek hiçbir yer yok”…

Dedim ya, bu insanlara hak verebiliriz. Yeterince bilgi sahibi değiller. Benim kızdığım insanlar yıllardan beri bu şehirde yaşadığı halde bir kere bile Ankara Kalesi’ne çıkmamış, şehri şöyle üç yüz altmış derece gözlemlememiş kişiler. Bir arkadaşım vardı mesela, Allah sizi inandırsın, ‘Hacı Bayram’a gitmemişti. Duyunca şok olmuştum. Kırk yıl İstanbul’da oturup denizi görmemek gibi bir şey…

Hadi Ankara’nın yerlilerini geçelim. Çoğu Orta Anadolu’dan maişet derdiyle buraya göç etmişler. Ama dört yıl boyunca buradaki üniversitelerden birinde (ODTÜ, Gazi, Hacettepe, Ankara vd…) okuyup geldiği günden mezun olduğu güne kadar sürekli Ankara’dan ayrılacağı anın özlemiyle yanıp tutuşan bir insan evladı, acaba ömrünün geri kalan kısmında bulunduğu şehirden memnun olur mu, işte bunu çok merak ediyorum. Bir insan dört sene bu şehirde kalıyor da Ankara’nın en eski camilerinden Arslanhane Camii’nde (Ahi şerafeddin) bir vakit namaz kılmadan, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezmeden, 1178 tarihli Alaattin Camii’nin muhteşem minberini görmeden, Taceddin Dergâhı’nda Mehmet Akif’i yâd etmeden, Suluhan’da bir bardak çay içmeden, Hacı Bayram-ı Veli’nin köyü Solfasol’a uğramadan, Augustus Tapınağı’ndan haberdar olmadan, Kaleiçi’ni arşınlamadan… Ankara’dan çekip gidiyorsa, bu kişi diyelim bir öğretmen, bir doktor, bir avukat olsa gerçekten neye yarar, kime faydası dokunur, inanın bilmiyorum…

Tabii bunları söylerken Ankara’nın bir İstanbul olduğunu söylemiyorum. Bozkırın ortasında, denizi olmayan, soğuk bir şehir Ankara. Ama öyle “mabetsiz şehir” denilip köşeye atılacak bir yer de değil. Burası 1923’den önce de vardı. Mustafa Kemal’den, İsmet Paşa’dan, Yakup Kadri’den önce de Ankara vardı.

Aslında başka şehirlerden de örnekler verilebilir. Ben burada yaşadığım için Ankara örneğini veriyorum. Mesela Sivas’ta ikamet ediyorsunuzdur, orayı çok seversiniz, tarihini kültürünü çok iyi bilirsiniz, her sokağın hakkını verirsiniz, tutar üstüne bir de “Altıncı şehir” ismiyle bir kitap yazarsınız… İşte o zaman Cihangir yazarlarından çok daha kalıcı olur adınız. Üstünde yaşadıkları hazinenin farkında olmayan yazar bozuntularından daha fazla seversiniz İstanbul’u. Hem sadece İstanbul’u değil, Bursa’yı, Konya’yı, Edirne’yi, Maraş’ı, Erzurum’u, Amasya’yı, Diyarbakır’ı da…

Bazen iş yerinde, otobüste filan rastlıyorum. Sıkı memleketçi adamlar var. Geçim derdine doğduğu topraklardan kopup gelmiş. Belki yirmi yıldır oralardan uzak. Ama ne de olsa bir gün döneceğim diye (“emekli olayım”, “çocukların okulu bir bitsin” vb…) bir türlü burada kök salamamış. Her an sanki kalkıp gidecekmiş gibi yaşıyor. Üzerinde yaşadığı şehri öğrenmek, bilmek aklının ucundan dahi geçmiyor. Böyle bir derdi zaten yok. Bilmiyor ki belki dönemeyecek, belki burada ölüp gidecek. Hadi döndü diyelim, her şey eskisi gibi mi olacak. Zannediyor mu ki yine yayık yayacak, taze yumurta yiyecek, rahmetli babası camiden gelip hep birlikte sofraya oturacaklar… Hem sormazlar mı adama, bu yirmi seneyi niye boşa geçirdin, yazık değil mi…


*İki seneyi aşkın bir süredir “Yusuf Deren” müstearıyla yazdığım bu köşeye kendi ismimle devam etmeyi düşündüm.


GENÇ'ın Yazısı.