Genellikle “edebimi ne güzel etti” şeklinde çevrilen ve ahlak güzelliğine atfedilen te’dib kelimesi aslında güzel ve düzgün konuşma manasına gelmektedir. Bir diğer ifade ile Peygamberimiz “eddebeni Rabbi” ifadesi ile “Rabbim edebiyatımı ne güzel yaptı” demektedir. Dolayısıyla Rasullullah Efendimiz’in dili güzel kullanmasına vesile olan mürebbisi Rabbimizdir.

Din, sözle gelmiştir. Kur’an sözdür. Kurtuluş da felaket de sözledir. Bir söz cennet kapısını açmaya yeter. Yine bir söz cehenneme yuvarlayabilir. Rasulullah’ın bize emanet olarak bıraktığı ve onlara yapışırsak kıyamete kadar sapmayacağımızı ifade ettiği iki sağlam kulp da esas itibarıyla sözdür. O yüzden bizde söz söylemek en mühim iştir. Hattızatında iş söz söylemektir. İş sözün güzelini bilmek, bulmak ve ona uymaktadır. Allah’a ve dinine hizmetten nasibi olanlar sözden ve onun göklerle irtibatlı formu demek olan hikmetten, dolayısıyla hayırdan hissesi olanlardır. Bahtlı olan kendisine söz verilendir. Nasibi olan sözü olan, O’na yol bulan sözden kendisine hisse ayrılandır.

Söz söylemek akıl, basiret ve feraset işidir. Bunun için sözün aklın ve gönlün kesiştiği yerden yeşermesi gerekir. Bu ise zordur ve bir terbiye süreci gerektirir. Söz terbiyesinin kaynağı Rabbimizdir. O, Habib-i edibinin söz terbiyesini bizzat kendisi yapmıştır. Te’dib diye ifade edilen bu terbiye süreci hadiste şöyle anlatılır: “Bir defasında Rasulullah Efendimiz Beni Nehd kabilesinden gelenlerle konuşuyordu. Konuşulanlardan bir şey anlamayan Hz. Ali radıyallahu anh aynı ailede büyüdükleri halde amcasının oğlunun konuştuklarından neden bir şey anlamadığından yakındı. Rasulullah’ın ona mukabelesi şöyle oldu: ‘Beni Rabbim terbiye etti ve bu terbiyemi ne güzel eyledi. Bir de ben Beni Sa’d kabilesi içinde büyüdüm.’”

Genellikle “edebimi ne güzel etti” şeklinde çevrilen ve ahlak güzelliğine atfedilen te’dib kelimesi aslında burada güzel ve düzgün konuşma manasına gelmektedir. Bir diğer ifade ile Peygamberimiz “eddebeni Rabbi” ifadesi ile “Rabbim edebiyatımı ne güzel yaptı” demektedir. Dolayısıyla Rasullullah Efendimiz’in dili güzel kullanmasına vesile olan mürebbisi Rabbimizdir. Söz talimi ve terbiyesi bu açıdan bakıldığında herkese lazımdır. Rahlesine oturacağımız mürebbimiz ise eğitimini ve söz terbiyesini bizzat Rabbimizden almış Rasulullah Efendimizdir. Rasulullah Efendimizin “ne güzel etti” diye kemalini işaret ettiği te’dibinin en güzel göstergesi “cevamiu’l-kelim ve faslü’l-hitab” oluşudur. Bu az sözle çok mana ifade etme, güzel ve veciz konuşmak anlamına gelir. O En Güzel İnsan hep güzel konuşmuş, güzeli konuşmuş, güzele erdirici şekil ve içerikte konuşmuştur. En üstün ahlak üzere yaratılışının bir boyutu da O’nun söz edebidir. “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler” emrini O -sallallahu aleyhi ve sellem- almış, hayatının gaye-i hayali yapmış ve bunu kıyamete kadar baki mucizesi Kur’an ve neredeyse kelimesi kelimesine bütün sözleri kaydedilmiş hayatı ile bize talim etmiştir.

Rasulullah Efendimizden öğrendiğimiz söz edebinin ilk maddesinde dile sahip olmak gelir. Dil doğru olmadan kalp doğrulmaz. Diline sahip olan bütün azalarına sahip olur. Dilini kaybeden kendini ve ahiretini kaybeder. Dilimize sahip çıkmak geleceğimize sahip çıkmaktır, çünkü biz inanırız ki her sözümüz kaydedilir. Biliriz ki bir melek ağzımızdan çıkan her lafzı bir gün tekrar önümüze getirilip konacak bir formda muhafaza eder. O yüzden ağzımızdan çıkan her söze itina gerekir. Sözün doğrusunu söylemek başlıca vazifemizdir. Her sözümüz aleyhimizdedir. Lehimizde olacak sözler bellidir. Bunların nelerden ibaret olduğunu bize Rasulullah Efendimiz öğretmiştir: “İnsanoğlunun her sözü aleyhinedir; ancak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak yahut Allah Tealâ’yı zikretmek müstesnadır.”

Söz edebimizde sözün sahibi büyüklerdir. Küçükler büyükler varken hadlerini bilmeli ve sözü onlara bırakmalıdırlar. Hakkı tutmak ve kaldırmak bu durumun istisnasıdır. Zaten böyle bir durum varsa yine kural bozulmuş olmaz, çünkü hakkı tutup kaldıran küçük büyümüş, bu konuda zaaf gösteren büyük de küçülmüştür.

Sözün nasıl söyleneceği de önemlidir. Sözü ağzında evirip çevirerek, gereksiz birtakım sanatlarla süsleyerek, ne güzel konuşuyor dedirtmek için bezeyerek konuşanlar, bilgiçlik taslayanlar, lügat paralayanlar Allah ve Rasulü’nün hoşnutsuzluğuna muhataptırlar. Onlar aslında sözden de anlamdan da uzaktırlar. O yüzden bunlardan da sözlerinden de uzak olmak gerekir. Bu konuda gösterilecek hassasiyet böyle konuşanların etraflarına fena ve hızlı tesiri yüzünden hayatidir.

Sözün maksudu, doğru ve faydalı olmasındadır. Muhatapları, şartları ve ortamı dikkate alarak söylenen doğru söz doğrultur. Dili ve sözü doğru olanın bütün işleri doğru olur. Sözün kemali ise gönül alıcılığındadır. Sadaka veremeyene bunun yerine güzel söz söylemesinin emredilmesi bu türden sözün sadaka hükmüne geçtiğini gösterir ki böylesi ömrü uzatır, belayı def eder ve rahmeti celbeder.

Küçükler büyükler varken hadlerini bilmeli ve sözü onlara bırakmalıdırlar. Hakkı tutmak ve kaldırmak bu durumun istisnasıdır. Zaten böyle bir durum varsa yine kural bozulmuş olmaz, çünkü hakkı tutup kaldıran küçük büyümüş, bu konuda zaaf gösteren büyük de küçülmüştür.

Söz kalpten akıp gelmeli, dinleyenin gönlüne sinmelidir. Gönülden çıkmayan gönle giremez. Bir sözün gönülden çıkıp çıkmadığı ses kuvvetine bakılarak anlaşılabilir. Ses kalpten ayrı çıkıyorsa kulağı olmasa bile kalbi rahatsız eder. Kalbi rahatsız etmeyecek, bilakis şifa yerine geçecek söz kalp ile icra-ı ahenk etmelidir. Bu olabilirse ortaya çıkan konuşma gürlük seviyesi itibarı ile kalp atışının tabiliği ile akıp gelir. O ses o kadar doğal ve akıcıdır ki Nurettin Topçu’nun ifadesi ile içimizdeki Allah sesinin önüne geçebilemez. Bu şekilde konuşmak kalp seviyesinden konuşmaktır. Bu kalbin ritmi ve ahengine tabi olarak söz söylemek demektir. Bu hem bir ses düzeyinden hem de kalpten gelip geçenlerin gölgesinde söz söylemek demektir ki sünuhat dediğimiz akışlar işte böyle bir ahenk seviyesinde açığa çıkar.

Lokman aleyhisselamın oğluna yaptığı öğütlerden birisi şöyledir: “Yürüyüşünde tabiî ol ve sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” Yürüyüşün doğallığı ile sesin alçaltılmasının birlikte zikredilmesi ne kadar manidardır! İnsan sözünü ve yürüyüşünü kalbine uydurdu mu artık o bir ahenk insanı olma yoluna girmiştir, elverir ki kalbi salih ve sadıkların kalbi ile birlikte atsın. Söz, adım ve kalp üçlüsünün hem-ahenk olarak bir terbiye sürecine girdiği en güzel vesilelerden birisi hac ve umrelerde yapılan uzun yürüyüşlerdir. Dildeki dua, adımdaki ritim ve kalpteki istim ile yapılan bu yürüyüşler aslında bize sözün öz ve O’na giden iz üzere olmasını ihtar eder. Bu ihtar ile sözün hatırını muhafaza edenler önce kendilerine sonra âleme muhtar olurlar.

Bizde söze başlayan beş vazifeyi yerine getirmese olmaz. İlk vazife eûzu-besmeledir. Her işte olduğu gibi söz söylemenin anahtarı şeytandan Allah’a sığınmak ve akabinde ‘bismillahirrahmanirrahim’ demektedir. Euzü-besmele ile başladığımız her söz bizi kibrin reddedilmiş kasvetinden rahmetin müminlere hasredilmiş ferahlatıcı iklimine çeker. Euzü-besmele ile koyduğumuz irade kasvetten rahmete ilticadır ki söz ancak bu ilticada hakka kılavuzluk edebilir, diğer türlü aleyhimize geçecek bir hüsran vesilesinden başka bir şey değildir.

Sonra hamd gelir. İşimizin başı da sonu da Allah’a hamd iledir. Hamd bizi konuşmaya, söz söylemeye, hem de bunu kendisini bilir ve bildirir bir konumda yaptırmaya muvaffak kılanadır. Hamd sözümüzün tacı, gönlümüzün ilacıdır.

Üçüncü vazife salavat-ı şerifedir. Rasulullah Efendimizin baş tacı edilmediği hiçbir söz de meclis de makbul değildir. Sözümüz O’nunla bereketlenir, meclisimizi O şenlendirir. O bize nasıl söz söylememiz ve neyi söz etmemiz gerektiğini öğretendir. O’nunla şereflenmiş söz sadra şifa, akla devadır.

Dördüncü vazife selamdır. Selamet yurdu olan İslam’ın vizesi selamdır. Selam vererek girilen söz selamet yurdundan yapılan ve o yurda çağıran söz olmaya adaydır. Selam vererek girilen söz selim olmaya adaydır. Selim söz ise muhatabını ferahlatan sözdür.

Beşinci vazife duadır. Hz. Musa’nın dili ile yapılacak şu dua her sözümüze sertaç olmalıdır: “Rabbim sadrımı genişlet. İşimi kolaylaştır. Dilimdeki düğümü de çöz ki dediğimi anlasınlar.” Sözünü muhatabına eriştirmek derdi olan herkes Hz. Musa’nın ilk talebinin sadır genişliği olduğuna dikkat kesilmelidir. Şifa verici, erdirici ve doğrultucu söz gönlü geniş olandan çıkar. Böylesinin işinin kolaylığı önce sadır genişliği sonra da dilindeki düğümün kalkması ile olur. Her dilde maddi ya da manevi bir düğüm vardır. O düğümün kalkması ancak oraya o düğümü vurana iltica iledir.

Söze başlama beşlisi diyeceğimiz bu beş vazifenin aslında üssü’l esası Allah’ı hatırlamak ve anmaktır. Biz sözü O’nu anmadan sarf etmez, O’nunla taçlandırmadan devam ettirmez ve O’na bağlamadan bitirmeyiz. O’nsuz ve O’na götürmeyen söz ziyandır, israftır, hüsrandır. O’na varmayan ve vardırmayan söz kalbin katılığını artırır, zaten böyle söz kasvetli kalpten sadırdır, zaten o sözü eden de Allah’tan ve O’na yakın olanlardan uzaktır, uzaktadır. Demişlerdir ki söz ki O’na vardırmaz, söz etmeye değmez; söz ki O’na vardırır, yere göğe sığmaz.


Mehmet Lütfi Arslan'ın Yazısı.