Hem yaşadığımız çağın zorlamaları ve yönlendirmeleri yüzünden, hem de insanın benmerkezci olması, İslam din’nin yapıcı onarıcı yönünden uzaklaşması yüzünden aşkların dilde kaldığını, evlerin sıcaklığını kaybettiğini, hatıraların yok olduğunu söyleyebiliriz. 

Ev’in derinliği

Tolstoy; Anna Karanina’nın orijinal metninde ‘ev’ sözcüğünü altı cümlede sekiz defa tekrarlayarak farklı bir anlatım sunmuştur. Milan Kundera, bunu yazarın bilerek yaptığını, çevirmenlerin bu sekiz ‘ev’ kelimesini tekrar olmasın diye farklı anlamlarla çevirdiklerini, Fransızca metinde sadece bir, Çek çevirisinde ise iki kez kullanıldığını söyler. Bu ona göre büyük hatadır. Ev evdir çünkü. Tıpkı Çek milli marşında geçen ev anlamına gelen bir kelimenin Fransızcaya çevrilirken vatan olarak çevrilmesinin hata olduğu gibi. Ona göre vatan daha politik ve devlet dilidir, ev ise ait olunan yerdir. Bu bir manzara da olabilir, tek bir oda da olabilir.*

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de ev ile vatanı aynı yücelikte görmesine rağmen, birini diğerinin yerine koymamış, ikisinin iki ayrı değer olarak korunmasını istemiştir. Savaş esnasında savaşa katılmak isteyen hanımlara “evlerinizde kalmanız da cihattır” diyerek, başka ulvi bir görev için evin terk edilmesine müsaade etmemiştir. Cihat esnasında bile evin kapısına kilit vurulmamıştır.

Ev; somut anlamının dışında duygusal anlamını da yanında taşır, bırakmaz. İçinde mutlu olduğunuz, değerli anlarınızı geçirdiğiniz sığındığınız bir sıcaklıktır ev. Bu sıcaklığın kaynağının aile olduğunu, huzurun kaynağının meşruiyet olduğunu, evi ev yapan, bizi oraya ait kılan duygunun sevgi olduğunu çok iyi biliriz. Evde kimse yoksa soba henüz yanmamış, kombi açılmamışsa bile, hatıralar vardır. Bizi o hatıralar karşılar, soğuk bir oda yine sıcak bir ev oluverir. Böyledir.

Yalnız bir de şöyledir. Şu modernizmle birlikte evin duygusal anlamı kaybolsun diye her şey yapılmıştır. Toplumun bireye, bireyin bedene, bedenin ise hazza indirgendiği bu çağda insanın evden, sorumluluktan, aileden kaçması için bütünden parçaya doğru giden tüm yollar cilalanmış, ışıklandırılmıştır. İnsan; evinin merkezinden, dolayısı ile duygusal aitliğinden kopartılarak duvar kenarlarına, tek gecelik odalara, arka sokaklara, bar kuytularına itilerek kendisine albenili ama sentetik bağlar kurması salık verilmiştir.

Aile yerine birey, anne-baba-çocuk yerine tek ebeveynli aile (eşcinsellerin evlat edinmesi), dışarıda çok eşli-evde yalnız, kendi evinin iktidarı (feminizm) gibi konular ile “ev” ev olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır.

Evin saydamlaşması da ‘evi ev olmaktan çıkaran’ başka bir sorundur. Evlerde mahrem alanlarda aileye özgü yaşanılan aşk, sevgi, cinsellik gibi konular, iletişim araçları ve sosyal medya ile ortaya dökülmüş, herkes bir diğerinin değer biçtiği şekilde yaşamaya, şablonlara girmeye, tek tipleşmeye devam etmiştir. Dinimizde bir ailenin yatak odası konularını başka birine anlatması doğru bulunmamıştır. Buradan yola çıkarak Osmanlı’da bir kadının hangi yemeği iyi yaptığının bile ortada konuşulmaması gerektiği bir örf olarak toplum içinde yerini almıştır. Sebep basittir, o yemeği iyi yapamayan başka bir hanım rencide olmasın, üstünlük-eziklik duygusu yaşanmasın, bu da ailelere yansımasın diye. Evi korumak adına ince işler, ince düşünceler bunlar…

Fıtrattan uzaklaşmış, bahçeyi kaybetmiş, tek katlı evleri yok etmiş olabiliriz ama en azından evin mânâsını kurtarabiliriz. İçinde aile olduğumuz yeri, gökdelenin içinde de olsa, mağarada da olsa ‘fıtrat gereği’ üzerine kırmızı bir çatı çizip hâlâ koruyabiliriz!

Kusursuzluk arzusu bu çağda önüne geçemediğimiz ev’i baltalayan başka bir problemdir. Ve özellikle sosyal medya ve diziler üzerinden insanlara boca edilen “en güzel budur” emri ile insanlar kusursuz güzelliğin peşine düşerler. Çağın insanı olabilmek adına kozmetiğe ve estetiğe evet diyen insanlar karşılarında kusursuz insanlar aramaya koyulurlar. Ruh ikizi, doğru insan, hayalimdeki kadın gibi popüler söylemlerle ‘kısıtlı-kusurlu-orijinini kaybetmiş’ insanlara sırf birileri güzel olan budur dediği için büyük değerler verilir, en ufacık aksamada ise bütün bu söylemler, üzerine yapışacakları başka birini aramaya koyulurlar. Oysa evet insanlar genelde kusursuz insanlara âşık olurlar ama kusurlu insanlarla mutlu olurlar. Çünkü insan kendi kusurlarını ve başkasının kusurlarını kabul ettiği müddetçe mutludur. Eşimizin kusurları aslında sığınağımız, yuvamızdır. Evlilik, eşinizin kusurlarını görüp, kendi kusurlarınızı gözden geçirdiğiniz bir akittir. İkiyüzlü bir kusursuzluk değil, neşeli bir kusurluluk hali belki de.

Derinde sığlaşan aşklar

İslami duyarlılığa sahip gençlerin de bu akış içerisinde yalpaladıklarını görebiliriz. İlahi aşk için, ilahi aşka ulaşmak adına bir araya gelinen birlikteliklerin bir ev’e dönüşmeden noktalandığını görebiliriz.

Aşkın aslında insanı benliğinden uzaklaştıran, hırkayı lokmayı unutturan bir duygu olduğunu bilenlerin, ilahi aşka bu minval üzere gitmek isteyenlerin iş evlilik noktasına geldiğinde tırnaklarını çıkarıp bir anda benmerkezci, kusursuz, hazır olmayan, ürkek, korkak, öyle demek istememiştimci insanlara dönüştüklerini görebiliyoruz. O zaman bu aşk değil, bu beden tatmini, bu ‘flört ihtiyacı’nı gidermedir diyebilir miyiz? İlahi aşkı ‘bedensel’ bir tatminin nesnesi haline getirmek insana ne kazandırır?

Hem yaşadığımız çağın zorlamaları ve yönlendirmeleri yüzünden, hem de insanın benmerkezci olması, İslam din’nin yapıcı onarıcı yönünden uzaklaşması yüzünden aşkların dilde kaldığını, evlerin sıcaklığını kaybettiğini, hatıraların yok olduğunu söyleyebiliriz.

İnsan ruhu, her daim evini arıyor oysa. Yerine başka bir şeyin konulamayacağı, başka kelimelerin yerini tutmayacağı, vatan kadar kutsal olan ama değeri ondan çok daha farklı konumlandırılabilecek o yeri arıyor. Bu akımlar, izmler, ellerinde balta ile dolaşıp evleri bir bir yok etmeye çalışsa da insanın kodlarına yerleştirilmiş bir ‘ev’ arzusu var olmaya devam edecektir.

Yoksa küçük çocukların bunca apartman, rezidans, gökdelen arasında “ev çizer misin?” denildiğinde hâlâ bahçe içinde, kırmızı çatılı, tek katlı ev çizmesini nasıl açıklayacağız. Evet fıtrattan uzaklaşmış, bahçeyi kaybetmiş, tek katlı evleri yok etmiş olabiliriz ama en azından evin mânâsını kurtarabiliriz. İçinde aile olduğumuz yeri, gökdelenin içinde de olsa, mağarada da olsa ‘fıtrat gereği’ üzerine kırmızı bir çatı çizip hâlâ koruyabiliriz!

*milan kundera, roman sanatı


Ayşegül Genç'ın Yazısı.