Erzurum’da karın beyazlığı aldatmasın kimseyi. Zamanında kanlı gözyaşı döktü bu şehir. Çarşafını çıkarmamak için yıllarca evlerinde yaşayan kadınları, suçsuz yere öldürülen alimleri, Rus zulmüyle kapatılan camileri, İslâm sancağını düşürmemek için kesik başını kolunun altına alıp dağa tırmanan Gazisi var.

Şehirden uzakta, dağların zirvesindeyim. Mehtap kayıp, yıldızlar şehrin üstünde uçuşan ateş böcekleri. Erzurum bir ada gibi uzakta, ışıl ışıl. Rüzgar yakıcı bir kırbaç. Kar geceyi aydınlatırken küçük bir tilki seyrediyor beni. Sırtımı dayadığım çam üstünde biriken karları silkeliyor tilki korkuyor, ben korkuyorum.

Erzurum’un taş binaları beyaza bürünmüş. Çifte Minareli Medrese’nin önünde küçük bir çocuk binaları anlatmaya başlıyor. Bir rehberden daha hevesli bir yabancıdan daha bilge. Üç Kümbetler’i, kaleyi, Yakutiye Medresesi’ni gezdiriyor bana. Dedikoducu kadınlar gibi hiç susmuyor. Semaverden bir bardak çay doldurup önüne koyuyorum. Lavaş üstünde tereyağı kayıp gidiyor ama o bir lokma almadan konuşmaya devam ediyor. Ne elinde eldiveni ne de üstünde montu var.

Saltuklu’nun hatırası Ulu Cami’den cemaat çıkıyor. Kim bilir kaçıncı namaz. Milyonların secdesine şahit sütunlar işgallere, doğal afetlere, zamana karşı hâlâ ayakta. Sekiz yüz yıldır fil gözü pencereden süzülen ışık elipsten daireye döndüğünde öğlen vakti giriyor. Mukarnaslara çarpa çarpa ilerliyor imamın sesi. İki ihtiyar birbirine Kur’ân öğretiyor. Gözleri muzip çocuklar kadar parlak. Dört elif miktarı yetmiyor ihtiyarlara. Kaf, nun uzadıkça uzuyor.

Konik külahlı, mavi çinili Yakutiye Medresesi dershanelerin, kebapçıların arasında kalmış, yayaların kanıksadığı büyülü bir yapı. Minarelerinden biri gökyüzüne yükselemeden güdük kalmış. Duvar süslerinde gizemli hikayeler saklı. Hurma ağacının tepesinde başı dönük bir kartal, alt köşede sessiz bir pars. Geometrik motifler sarmış duvarları, Hayat Ağacı kıpırtısız. Amacını kaybetmiş medrese. Ne bir öğrencisi ne de bir dervişi var. Sahipleri çoktan göçen Türk-İslam eserlerini sıralanmış vitrinlerde. Avluya alçak kapıdan iki büklüm geçip selam veriyorum boş odaya ve geçmişe.

Erzurum’da karın beyazlığı aldatmasın kimseyi. Zamanında kanlı gözyaşı döktü bu şehir. Çarşafını çıkarmamak için yıllarca evlerinde yaşayan kadınları, suçsuz yere öldürülen alimleri, Rus zulmüyle kapatılan camileri, İslâm sancağını düşürmemek için kesik başını kolunun altına alıp dağa tırmanan Gazisi var.

Bugün sokaklar neşeli, mis gibi Cağ Kebabı kokuyor. Semaverler fokurdarken kadayıf dolmaları düşüyor şerbete. Küçük rehberim hâlâ yanımda, hâlâ konuşuyor. Kızımın montu onun üstünde sarılıp vedalaşırken çocuğum ve bir yabancının kokusu birbirine karışıyor.

Eriyen karlar saçaklardan akarken donup kalmıştı havada, caminin oluklarında uzun uzun sarkıtlar. Soğuk kış günlerinin hüznü, binaların gözyaşıydı sarkan buzlar. Bedestende bir esnaf Çatısındaki ki sivri buzları temizliyordu. “Dur!” dedim. “Onlar gözyaşı”

Eski bir camiinin temelleri üstüne yenisini yaptırmak öyle kolay bir iş değil. Murat Paşa’nın rüyasına girip sevabının devamı için minareyi kullanmasını ister eski sahibi. Gel zaman git zaman paşa sözünü unutur unutmasına da bir gün Hızır karşısına dikilip hatırlatır sözünü ve o günden sonra beş vakit namazdan birini bu camide kılar. Minare camiden ayrı düşer. Yıkıldığında kimse yerini değiştirip camiye bitiştirmez, olduğu yerde yükselir bir daha. Hızır’ı arayıp durana güler geçer meczuplar. Onlar bilir ki Musa da gelse Zülkarneyn’in askerleri de, ateşi söndürmeye sırtında bir damla suyla koşan karınca da görür ama tanımaz onu. Bir koku, bir ferahlık, bir gülümseme, bir ah, değer üstüne...


Hande Berra'ın Yazısı.