İnsan, hem sîret hem de sûretten meydana gelen bir varlıktır. Sîret iç dünyasını, sûret ise dışını ifade etmektedir. İnsanın dışa yansıttıkları söz ve davranışları, çoğu kere iç dünyasını yansıtmayabilir. Dışa yansıttıklarıyla içinde sakladıkları farklılık arz edebilir. Bu yüzden Hazret-i Mevlânâ, insanın sîret ve sûretinin birbirini tutmayabileceğini ve gerçek güzel ahlâkın ancak imtihan ile ortaya çıkacağını şöyle bir hikâye ile anlatır:

Bir padişahın iki yeni hizmetkârı olmuştu. Onların hâlet-i rûhiyelerini anlayabilmek için ilk önce birinci hizmetkâr ile sohbete başladı.

Padişahın sorularına, hizmetkâr, öyle cevaplar veriyordu ki başkaları bu cevapları ancak uzun uzun düşündükten sonra verebilirdi. Padişah bu hizmetkârı; anlayışlı, zeki ve tatlı dilli görünce memnun oldu. Diğer hizmetkârı da yanına çağırdı.

İkinci hizmetkâr, padişahın huzuruna geldi. Rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyordu ve dişleri de bakımsızlıktan kapkara idi. Padişah, bu hizmetkârın zâhirî durumundan pek hoşlanmamakla birlikte, onun hakkında bilmediği hâl ve vasıfları öğrenmek ve onun sırlarına vâkıf olmak için kendisiyle sohbete başladı:

“–Bu ne hâl? Önce ağzının derdine bir şifâ bulalım. Sen sevimli bir kişisin, biz de hünerli bir hekimiz. Seni hor görmek ve gözden düşürmek bize yakışmaz. Şöyle otur, bir-iki hikâye söyle de aklının derecesini anlayayım.”

Padişah bu iki hizmetkârın zâhirî hâllerini görmüştü. Şimdi ise iç yüzlerini anlamak için plânladığı imtihanı tatbik etmeye başladı:

Zâhiri düzgün olan ilk hizmetkârı yıkanması için hamama gönderdi.

Arkadaşı gittikten sonra, konuşturmak istediği ikinci hizmetkâra şu sözleri söyledi:

“–Arkadaşın, senin hakkında kötü şeyler söyledi. Fakat görüyorum ki, sen onun söylediği gibi değilsin. O hasetçi, neredeyse bizi senden soğutuyordu. Arkadaşın senin hakkında;

«O hırsızdır, doğru adam değildir, kötülerle düşer kalkar, iffetsizdir» dedi. Sen onun hakkında ne dersin?”

İkinci hizmetkâr bu sözler karşısında gayet sakin şu cevapları verdi:

“–İyi düşünen, doğru söyleyen o arkadaşa, eğri diyemem. Bilâkis onun sözleri sebebiyle kendimde böyle kusurların olabileceğini düşünüp hâlimi ıslaha çalışırım. Padişahım! Belki de o, bende benim farkına bile varamadığım birçok ayıplar görmüştür.”

Padişah daha da üsteledi:

“–O senin kusurlarını anlattığı gibi, sen de onun kusurlarını anlat.”

Hizmetkâr samimî idi:

“–Padişahım! O benim gerçekten hoş bir arkadaşım olmakla beraber kusurlarını söylememe benim gönül dünyam mânidir. Onun için, ancak ben şunları söyleyebilirim ki; onun kusuru, bence kusur değil, fazilettir. O, sevgi, vefâ ve insanlık numunesidir. Onun hâli; doğruluktur, zekâdır, dostluktur. Onun bir sıfatı da; cömertliktir, düşkünlere yardımda bulunuştur. O öyle cömerttir ki, gerekirse canını bile verir. Kader arkadaşımın bir vasfı da, kendini beğenen bir kişi olmamasıdır. O herkesle iyidir, fakat kendi nefsine karşı kötüdür.”

Padişah, iyice emin olmak istiyordu. Daha da sıkıştırdı:

“–Arkadaşını methetmede pek ileri gitme, onu överken de kendini övmeye kalkışma. Çünkü, ben onu imtihana çekerim de sonra sen utanırsın.”

Hizmetkâr bunun üzerine şunları söyledi:

“–Hayır. Onu övmekte ileri gitmedim. O dostumun bütün huyları, söylediklerimden kat kat daha fazladır. Kader arkadaşımın vasıfları hakkında, bildiklerimi söyledim. Fakat, ey kerem sahibi padişahım! Söylediklerime sen inanmıyorsun, ben ne yapayım? İç dünyam, benim böyle söylememi icap ettiriyor.”

Öbür hizmetkâr hamamdan dönünce, padişah onu huzuruna çağırttı. İmtihan edilme sırası ondaydı. Dedi ki:

“–Sıhhatler olsun. Fakat, arkadaşının söylediği kötü huylar sende olmasaydı ne güzel olurdu!”

Hizmetkâr derhâl öfkelendi ve dedi ki:

“–Padişahım! O densizin benim hakkımda anlattıklarından birazını lütfen söyle…”

Padişah imtihan için uydurdu:

“–O, önce senin ikiyüzlülüğünü anlattı. Senin görünüşte devâ, hakikatte belâ olduğundan bahsetti.”

Az önce çok olgun görünen hizmetkârın; şimdi ise öfke denizi kabarmış, ağzı köpürmüş, yüzü kızarmıştı. Masum arkadaşı hakkında açtı ağzını, yumdu gözünü:

“–O önceden bana dost idi, fakat ağzı bozuktu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi, pek çok zaman pislik yerdi.”

Arkadaşını çekiştirmek için, hizmetkâr böyle çan çan ötmeye ve aslında kendi iç âlemindeki çirkinlikleri ortaya dökmeye başladı. Bunun üzerine padişah; «Artık yeter!» diyerek, elini onun ağzına götürdü ve ona hitaben şöyle dedi:

“–Bu imtihan sayesinde, ikinizin arasındaki farkı görmüş oldum.

Onun sadece maddî bir rahatsızlıktan dolayı ağzı kokuyor fakat senin ise ruhun kokmuş! Ey ruhu kokmuş kişi, sen uzakta dur. Arkadaşın sana âmir olacak, sen de onun emrinde bulunacaksın. Ondan edep, insanlık ve konuşmayı öğren! Onun faziletinden ibret al. Hasedi terk et. Sen bu haset ile, beline taş bağlanmış bir zavallı kişisin; bu taşla ne yüzebilir ne de yürüyebilirsin.”


Alican Tatlı'ın Yazısı.