İçinde bulunduğumuz çağ “ne kadar çok izleniyorsan o kadar varsın” der.  Kahraman beklemeyi, kahraman olmayı, kahramanlar yetiştirmeyi değil seyirciler üretmeyi, seyircilerin istediği gibi olmayı salık verir. İnsanlar artık şuna inanmıştır; kahramanım değil seyircim varsa kurtuldum! Seyirci; seyircileri ile mutludur artık.

Göz hep daha fazlasını ister. Dağın arkasını, yolun sonunu, suyun kaynağını, çiçeğin kökünü. Optik aletler, mikroskoplar, x-ray cihazları röntgenler hep daha fazlasını görme arzusundan doğmuştur. Daha fazlasını istemediği bir şey var mıdır insanın? Hep daha. Teleskopla büyüyen bir “daha”. Mikroskopla küçülen bir daha. Dışa doğru var ola ola ilerleyen, içe doğru var ola ola yürüyen…

İnsanın “görme” arzusunun bilim ve teknoloji ile birleşerek yeni keşiflere kapı açmasının ardından “görülme” arzusunun tavan yaptığı başka bir çağa geçtik. Meydanlarda, kaldırımlarda, toplu taşıma araçlarında kendisine bakılıp bakılmadığını kontrol eden insanların da; sosyal medyada fotoğraflarının kaç tık aldığını sürekli takip eden insanların da tek bir arzusu var; görülmek. Bedenlerimize o kadar çok değer veriyoruz ki sürekli o bedenlerin onaylanmasını istiyoruz.

Eski insanlar bakışın gücünü çok iyi bilirlerdi. Anadolu’da görülmenin sakıncalarından telaşla kaçınan insanlar bahçe duvarlarını kale gibi inşa edip içeride “hayat” dedikleri kimsenin görmediği mahrem bir alan oluşturmuşlardı. “Cumba” adını verdikleri pencereli ve perdeli balkonlar tasarlamışlar, “kim geldi penceresi” adı verilen, kapıların hemen üstünde yer alan delikli pencereler icat edip kendileri görünmeden gelen insanın kim olduğunu görebilmişlerdi. Görülmemeye bu kadar özen gösterirken hadsiz bir “görme” çabasının da önüne geçmişlerdi. Misal “sağır duvar” dediğimiz yolun hemen hizasında yol boyunca akan penceresiz duvarlar örmüşler, komşusunun bahçesine bakan, cumbasının karşısına gelen duvarı mahremiyet sınırlarını gözetmek adına düz inşa etmişlerdir.

Ayrıca “yaşmak duvarı” denilen ve ecdadımızın ferasetini yansıtan bir duvar daha vardır eski Osmanlı evlerinde. Kapılar odaya doğru değil de duvara doğru açılır bu evlerde. Ters bir açılma şeklidir. Odaya giren kişi ilk önce duvarı görür, odada bulunan kişiler ise gelen kişiden önce kapının açılışını görürler. Böylece odadakiler derlenip toparlanmaya, kapıdan giren kişi de kendinde uygunsuz bir durum varsa düzeltmeye fırsat bulur. Tesettüre her türlü riayettir bu. Bu yüzden adı yaşmak duvarıdır. Kapı açılınca odadaki kadınlar eşarplarını düzeltip, elbiselerinin kollarını indirirler.

Görülme arzusuna yenik düşen insan, nesne olmayı kabul etmiş demektir. Yaşmak duvarlarının, kim geldi pencerelerinin, cumbaların korumaya aldığı bedenler, günümüzde artık seyircilere sunulmuş birer nesnedir. Seyircilerin varlığı ve çokluğu önemlidir artık. İçinde bulunduğumuz çağ “ne kadar çok izleniyorsan o kadar varsın” der. Kahraman beklemeyi, kahraman olmayı, kahramanlar yetiştirmeyi değil seyirciler üretmeyi, seyircilerin istediği gibi olmayı salık verir. İnsanlar artık şuna inanmıştır; kahramanım değil seyircim varsa kurtuldum! Seyirci; seyircileri ile mutludur artık.

Modern sahnelerde yer almak istiyorsan bu “görme-görülme” telaşını baştan kabul etmen gerekir. Bu her türlü bakışa açık olmayı beraberinde getirir. Hor bakışa da alaycı bakışa da yok sayan bakışa da… Her türlü bakma şekline alışman ve “psikolojik defans” denilen haleti ruhiyeyi oluşturman şarttır. Çünkü bu tür modern alanlar “mesafesizliği” de beraberinde getirir. Ömrün boyunca karşılaşmayacağın insanlarla aynı platformlarda yan yana gelirsin. Daha çok şeyi görme arzusu seni daha çok görülmenin dolayısı ile eleştirinin eşiğine bırakıverir. Eksiklerinle kusurlarınla meydandasındır artık. Dostoyevski’nin kahramanları görülmekten ölesiye nefret eden insanlardan oluşur. Çünkü bir tarafları hep kusurlu ve eksiktir. Görülmek gururlarını kırar. Bu yüzden “yeraltından notlar” ismini verir bir eserine. Yerin altından, görünmek istemeyen insanların arasından yazar. Görülmeyi istememek belki de eski Osmanlı evlerinde ve romanlarda kalmıştır artık.

İnsan kusurları ile eksikleri ile ve örtülmesi gereken günahları ile ortadadır. Settar isminin sırrından uzakta, meydanlarda, sosyal medyada, sahnede, AVM’de öyle aylak aylak gezinmekte ve tüm yıkıcı bakışların arasında açık yara gibi şifadan ve tedaviden uzak, ilacın varlığından habersiz gezinmektedir.

Bedenin ortada olması, caddelerin etten ırmağa dönüşmesi, mesafesizliğin artması, insanların birbirlerine çarparak omuzlarını dizlerini aşındırması ruhları birbirine yakın kılmıyor maalesef. Görülen sadece beden, birbirine dokunan sadece bakışlar oluyor. Güçlü bakışlar birbirine dokunurken beraberinde ne onarma ne de bir değiştirme getiriyor. Her bakış bir diğerini yıkarak ya da yok sayarak ilerliyor.

Bakışın yıkıcılığına dair şu örneği okumuştum bir yerlerde. Beş altı yaşlarında bir çocuk dışarıdan koşarak içeriye girmiş ve dışarıda maymunlar yılanlar öküzler gördüğünü söylemiş. Anne çok telaşlanmış, çocuğun kalp gözü açıldı herhalde gözüne başka şeyler görünüyor deyip çırpınmaya başlamış. Babaanne koşarak dışarıya çıkmış ve hemen bir sokak simidi satın alıp yedirmiş çocuğa… Üzerinde bin bir türlü bakışın olduğu simidi yiyen çocuk eski haline geri dönmüş. Nimete bile farklı bakışların sirayetinin sakıncasını bilir büyükler.

Bedenin ortada olması, caddelerin etten ırmağa dönüşmesi, mesafesizliğin artması, insanların birbirlerine çarparak omuzlarını dizlerini aşındırması ruhları birbirine yakın kılmıyor maalesef. Görülen sadece beden, birbirine dokunan sadece bakışlar oluyor. Güçlü bakışlar birbirine dokunurken beraberinde ne onarma ne de bir değiştirme getiriyor. Her bakış bir diğerini yıkarak ya da yok sayarak ilerliyor.

O bakışlardan üç beşini kendi bedenine çekebilmek için pek çok insan modacıların ve güzellik uzmanlarının belirlediği “makbul” kategorisine girmeye çalışıyor. Aynı buruna, aynı kasa, aynı şişirilmiş dudağa sahip olmaya çalışan insanlar görülme arzusu ile dolup taşıyorlar.

Her beden aynılaşıp sıradanlaşıyor. Bu yüzden her şey aşikar olsa da aynalar kararıyor. “Mümin müminin aynasıdır” sözünün sırları kavlıyor. Birbirlerini bakışları ile onaran insanlar, birbirlerinin kusurlarını görmeyen insanlar azalıyor. Bakışlarını ayakuçlarında sabitleyen gençler artık yoklar. Herkes görmek istiyor, görülmek istiyor. Çağ; “önce ateş et, kimi öldürdüğüne sonra bakarsın” kepazeliği ile herkesin gözlerindeki gücü sömürüyor.

Oysa bizim asıl hikayemiz karanlığın içinde Yusuf kalabilme hikayesi değil miydi? Görmeden ve görülmeden... Ruhları el yordamı ile tanıyarak... Yusuf’a kuyunun içindeyken, zindanın karasına batmışken, eli yüzü görünmezken bile “güzel” demiş atalarımız. Şimdi garip bir şekilde birbirimize güzel demek için “görme-görülme” telaşındayız. Nimetlerin üzerindeki örtüleri yırtma telaşındayız.

Müfessir Mahmut Toptaş bir televizyon kanalında anılarını anlatırken, bir köye gittiğini köyde imam dahil herkesin şehre indiğini, cuma saati gelince kendisinin namaz kıldırmak için camiye girdiğini ve camiye şehre gidememiş üç yaşlının geldiğini söylemişti. Bu yaşlılardan biri vaaz esnasında gözyaşlarına boğulmuş ve kendinden geçmiştir. Kendisine namazdan sonra yaklaşıp “amca vaazdan çok mu etkilendin neden bu kadar ağladın” diye sormuş Mahmut Hoca. O da şöyle demiştir. Benim kulaklarım az duyuyor evladım, kim bilir bu güzel insan uzaklardan gelip ne güzel şeyler anlatıyor ama ben duyamıyorum, diye ağladım demiş.

Duyamadan, göremeden bir şeyin ‘güzel’ olduğunu kavrayabilen insanları tek tek yitiriyoruz. Üstelik başımızı vuracağımız bir yaşmak duvarımız, bir sağır duvarımız bile kalmadı artık…


Ayşegül Genç'ın Yazısı.