Beni Kalbimden Vurdu
Hak edilmemiş ve en yürekten söylenen bu kadar dua, ancak insanı uçurur. “Amca! Bizi buraya çağıran şey, o sizin yüreğinizin güzelliğidir. Siz gönlünüzü açtınız, bizi davet ettiniz, biz de geldik. Öyle olmasa gelemezdik. Buraları sevemezdik. Buraları bize işaret eden büyüklerimize, bizi buraya gönderenlere ve tüm Türkiye’ye dua istiyoruz senden…” dedik.
Bu derginin okunduğu topraklar, ümmet duygusunun en güzel ve derinden hissedildiği bölgelerin başındadır. Ama hep aynı simaları ve renkleri gördüğünüz bir mahalle mescidinde, bunu çok da hissedemiyorsunuz. Kader, sizi başka kardeşlerle kucaklaşacağınız bir coğrafyaya taşımışsa, içinizi ferahlatacak kimi kullarını da size gönderiyor. Evinize uçarak dönüyorsunuz sanki…
Uzun toplantıların yorduğu, enerjiyi azalttığı bir gündü. İkindi namazı için mescide çıktık. Her zamanki gibi, henüz hiç tanışmadığımız yerli kardeşler de vardı mescitte. Farklı renkleri taşısak da aynı safta omuz omuza durabilmenin hazzı hepimize çok güzel sürur veriyor elbette...
Namazdan sonra yetmiş yaşları civarında olduğunu tahmin ettiğim, çok sonraları adının Süleyman olduğunu öğreneceğim bir amcayla musafaha yaptık. Her birimizin elini sıkıca tutmuş ve aynı cümleyi tekrar etmişti. “Ümmet-i Muhammed, Ümmet-i Muhammed.” Aynı Peygamber’e gönül vermiş olmanın hazzı, amcada daha da belirgindi.
Aşağıya indiğimizde tekrar karşılaştık. Yanımızda ortak dili bilen bir tercüman kardeşimiz vardı. Amca, elimi daha bir sıkı tuttu ve gözümün içine bakarak şöyle dedi. “Hz. Peygamber (s.a.v.) buyuruyor ki: “Bir Müslüman bir başka Müslüman’ı severse onun yüzüne karşı onu sevdiğini söylesin.” Bu nedenle söylüyorum ki ben, sizi seviyorum. Siz, dünyanın öbür ucundan bizim dinimiz daha güzel olsun diye kalkıp buralara geldiniz. Ben, otuz yıl ezan okudum. Sizi seviyorum” dedi.
Birbirimizin sadece gözlerine bakıyorduk (aslında Afrika adetlerinde, büyüklerin yüzüne bakılmaz). “Sen bizi nasıl Allah için seviyorsan, biz de seni aynı şekilde seviyoruz” deyince amca bir kez daha duygulandı ve bir başka hadis-i şerifi okudu. “Allah Rasulü haber verir ki, hiç bir gölgenin bulunmadığı mahşer gününde Allah, yedi sınıf insanı kendi özel arşının gölgesinde gölgelendirecektir. Bunlardan birisi de birbirini sadece Allah için seven, bu sevgi ile buluşan ve bu sevgi ile ayrılan iki Müslümandır.” Ellerimiz sımsıkı, buğulanan gözlerimiz, aynı yerde kilitli… Şimdi de dua sağanağı başlıyor. “Bizim için buradasınız. Allah için geldiniz… Allah, kendi Peygamber’ini ve onun ashabını nasıl koruduysa, sizi de korusun.” Tek seçeneğimiz var. Derinden bir “âmin!” demek...
Hak edilmemiş ve en yürekten söylenen bu kadar dua, ancak insanı uçurur. “Amca! Bizi buraya çağıran şey, o sizin yüreğinizin güzelliğidir. Siz gönlünüzü açtınız, bizi davet ettiniz, biz de geldik. Öyle olmasa gelemezdik. Buraları sevemezdik. Buraları bize işaret eden büyüklerimize, bizi buraya gönderenlere ve tüm Türkiye’ye dua istiyoruz senden…” dedik.
Sanki önündeki bendin kapısı kırılmış bir barajdı amca… “Dua istiyorsanız, tabii ki ederim…” dedi ve teheccüd vaktinde, tüm nafile ibadetlerinde dua edeceğine vaat edip, bir kısmını da sıraladı.
Bizim için, kalbimizden vuran bir olaydı. Sanki Allah, günün yorgunluğunu atalım diye ârif bir kulunu göndermiş... Dualarıyla içimizi yeşertmişti. Önümüzdeki günlerde evlenecek oğlu ve kızı için de biz dua ettik.
İkinci bir vurgunu aşağıda yedim. Namazdan sonra mescitte beraber resim çekilmiştik. Binanın önünde tekrar görünce bir resmini daha almak istedim. Ama tekrar resim için izin istemeye de teeddüp ettim. Elimde makinayla “ne yapsam?” diye düşünürken, el işaretiyle çağırdı ve “haydi samimi çek!” dedi. Hem çektim, hem çekindim, hem de yeniden vuruldum. “Aman ya Rabbi! Arif olmak nasıl bir şey böyle!” diye hayretten de kendimi alamadım.
Ve yeniledik ayrılışımızda, “Ümmet-i Muhammed, Ümmet-i Muhammed…”
Fedâke ebî ve ümmî ya Rasulallah… (Anam babam sana feda olsun, ey Allah’ın resulü… )
Haşim Akın'ın Yazısı.