Kapı arkasından gelen o, “Bizim Yûnus mu o?” sorusu yok mu?.. “Bizim…” “Bizim Yûnus mu o?” sorusu. Bu nasıl bir bahtiyârlıktı...

Yûnus, irşad olmak, fenâ bulmak ve o biricik hakîkate erişmek için köyünden çıkıp, nice yollar kat etti. Belki kendisinde saklı hazînenin izhâr kaderinden haberi bile yoktu.

Taharrî netîcesinde, Taptuk Emre Hazretleri’nin kapısını çaldı. Yol boyu gözlerinden dökülenlerle yıkadığı gönül kâsesini, şeyhine teslim etti.

Arzu ettiği, dolup taşmak, aşk ile dağlar-tepeler aşmaktı. Olmadı. Kendisini hâlen ham görme hissiyatı, bir firâk lüzûmunu ortaya çıkardı. O, senelerini ardında geçirdiği kapıyı arkasında bırakarak, yeni bir kapıda kul olmak arzusuyla, terk-i dergâh eyledi. Korku ve ümit arasında, nice zaman yol aldı.

Mahzundu. Boynu bükük, kalbi buruktu. Bu, nereye erişeceği bilinmez yolculukta, iki Hak dostu ile karşılaştı. Onlar ki, ne vakit acıksalar, ellerini yüceler yücesi Rab’lerine açıp, mırıltıyla, bir kulun yüzü suyu hürmetine yiyecek niyâzında bulunuyorlar ve derhâl huzurlarına üç kişilik dolgun bir sofra bahşediliyordu.

Henüz tanışma faslı gerçekleşmemiş bu birliktelikte, yeniden acıkılıp, duâ etme sırası Yûnus’a geldiğinde, o körpecik yürekte işler karıştı. Aklı ve lisânı telâşa tutuldu. Birazdan, o, yerin ve göğün, her şeyin sâhibine şu kuru ellerini açınca ne diyecek, kimin hürmetine birkaç lokma rızık isteyecekti?

Acziyet içerisinde bir kurnazlık etti ve Hazret-i Allah’tan, önceki iki arkadaşı kimin hürmetine niyazda bulunduysa, onun hatırına bir sofra istedi. Önlerine önceki iki sofradan daha mükellef bir ziyâfet geldi. Yûnus, meraklı bakışlarla, kendisine, ‘kimin hürmetine bu zengin rızkın duâsını yaptığı’nı soran arkadaşlarına, mahviyetle, “Arkadaşlarım kimin hatırı için Sen’den istediyse, onu Sen bilirsin, ben de onun hatırı için sana niyazda bulunuyorum Rabbim! dedim…” dedi.

“Biz, Taptuk Emre Hazretleri’nin dergâhında, Yûnus derler, bir derviş var, duyuyoruz... Ne istediysek, onun hürmetine duâ ettik...” dediler..

Şâir Çamlıbel, Allahaısmarladık isimli şiirinde,

“Elimi beş yerinden dağladı beş parmağın,

Bağrımda da yanmadık bir yer bırakmadan git…

Bir yarın göçtüğünü, çöktüğünü bir dağın,

Görmemek istiyorsan, ardına bakmadan git...” diyor ya…

O an içi dağlandı Yûnus’un. Kalbinin duvarlarını alevler sardı. Gönül yurdunda depremler oldu; kızgın bir rüzgâr tüm bedenini ablukaya aldı lâkin, elleri, dudakları, hattâ tüm bedeni titremeye başladı.

Âhını göğe savura savura, koştu, gitti yeniden, dergâha vardı; dergâhına, üstâdına, sultânına ulaşmak için yandı, tutuştu. Yüz sürdü eşiğe, o kutlu kapının önüne, boylu boyunca uzandı. Demek ki kaderde, bir zaman önce ayağında çarığı, sırtında azığı ile gelip, elleriyle çaldığı bu kapıdan şimdi, eşiğine yüzünü gözünü süre süre, girip-çıkanlar bedenini tepelesin diye yerlerde sürünerek ‘yeniden kabul arz-u hâli’ vardı…

Kapı arkasından gelen o, “Bizim Yûnus mu o?” sorusu yok mu?.. “Bizim…” “Bizim Yûnus mu o?” sorusu. Bu nasıl bir bahtiyârlıktı... Sanki cennetten akıp gelen billûr bir ırmak, o an, yerdeki Yûnus’un gözünü, gönlünü, rûhunu, bedenini yıkadı, pırıl pırıl etti... “Gönlüne cemre düştü”, ismine Emre düştü... Dergâha taşınan dümdüz odunlar, bir bakıma, artık sözün ve şiirin üstâdı hâlindeki Yûnus Emre diliyle, sırât-ı müstakîmin kinâyesi oldular.

***

Ve bir başka Sultan: Cihan Pâdişâhı, Fâtih Sultan Mehmet Han… Büyük velî, Ebu’l Vefâ Hazretleri’ne ziyârete geldiler. Koca Sultan, saray erkânı ile berâber, dergâh hizmetlisi tarafından kapıda bir müddet bekletildi. Kabûle dâir izin istemek için içeri, huzûra giren derviş, hayli zaman dışarı çıkmadı.

Neden sonra hizmetkâr, Hazret’in, Sultân’ı kabûle müsâit olmadığı haberiyle kapıya geldi. Fâtih, ağlamaya başladı. Öyle ki, gözyaşları sakalını ıslatıyor, göğsü, nîmetin dibinde, ona duyulan hasretle sarsıntılar geçiriyordu. Yanındakilere döndü ve dedi ki:

“Görüyor musunuz? Bizans’ın aşılmaz denilen surlarını, Rabbimiz ihsan eyledi aştık da, bir dergâhın tahta kapısını aşıp da içindeki Allah dostuna erişmek nasip olmadı...” Dönüp gittiler…

Hizmetli derviş, içeri geri döndüğünde, bu kez, Ebu’l Vefâ Hazretleri’ni ağlar hâlde buldu. Sebebini sorduğunda mübârek zât buyurdu ki:

“Pâdişâhın işi, devleti yönetmektir. Bizimkisi ise dervişlik. O, buraya girip, havamızı teneffüs etseydi, dergâha râm olur, buradan çıkıp gitmek istemez, her dem de buraya yeniden gelmek isterdi. O zaman devletin hâli nice olurdu? Lâkin, yine de Cihan Pâdişâhını huzûra buyur edememek, hüzne sebep oldu.”

***

Bu kapıyı niçin çaldık? Veyâ bu kapı bize neden açıldı? Bîhaber olsaydık, kabul görmeseydik, dışarıda kalsaydık ya da hasbelkader kopup gitseydik, hâlimiz nice olurdu?

Vaktiyle, bir şeyhin müridlerinden biri, câzibesini hissettirerek kendisinden istifâdeye niyetli bir kadına mübtelâ olmuş. Bu mürid, her ne kadar, dâimî olarak dergâhta, şeyhinin yanında, diğer müridlerle tedrisatta olsa da fırsatını buldukça o kadına ulaşmanın veya onunla buluşabilmenin gayretine girmiş. Kadın da mümkün mertebe onu kendi evine dâvet etmekten geri durmamış. Lâkin bu konuda bir türlü muvaffak olamamışlar.

Şeytan ve nefsin gayreti ile zaman geçtikçe daha da körüklenen bu iştiyak, günü gelmiş, kendisine, böyle büyük bir günâhı işlemeye zemin bulmuş. Kadın, bir gün, herkesin uykuya daldığı gecenin en demli vaktinde, dervişin gelip kapısını çalmasını istemiş ve onu derhâl hânesine alacağını vaat etmiş.

‘Zavallı’ derviş, şeyhinin yatsı sonrası istirahate geçiş hizmetini de tamam ettikten sonra, gözünü kırpmadan, sabırsızlıkla o vakti beklemiş ve nihâyet, sükûtun en yüksek dozunda, sokaklardan bir gölge gibi geçerek, kadının evinin kapısına ulaşmış.

Yarı yumruk yaptığı eliyle, etrâfın dikkatini celp etmeyecek ama kadının da duymasını gerektirecek bir kıvamda kapıyı “tık tık tık!” diye çalmış. Bir zaman beklemiş ancak derhâl açılmasında kuşkusunun olmadığı kapı, açılmamış! Tekrar ama bu kez az daha sertçe çaldığı kapı, yine açılmamış... Bu sefer, kabaran nefsinin tesirine karışmış öfke ile kapıyı yumruklamaya başlamış. Artık, oluşan gürültüden doğabilecek büyük sıkıntıların çıkabileceğini bile düşünemez olmuş.

Eliyle vurmuş, olmamış, ayağıyla tekmelemiş, olmamış; içeriden ne bir ses gelmiş, ne de bu tahta kapı kendisine açılıvermiş...

En son, yerden aldığı büyükçe bir taş ile kapının orta yerini gümbür gümbür gümbür, dövmüş de dövmüş.. Olmamış... O, gözünü ve gönlünü döndüren arzusuna erişmek için şu önünde duran birkaç zayıf tahtadan yapılmış kapı, bir türlü açılmamış.

Hırsından, dudaklarını ısırarak, ağlaya ağlaya dergâha dönmüş. Bir de bakmış ki, şeyhi, uyanık olduğu bir vakit olmamasına rağmen, kandille aydınlatılmış odada, postunda oturuyor; öyle bir hâli de var ki, sanki, kendisini bekliyor.

Yaşadıklarını belli etmemek için, hissettirmeden bir bahane ile yanaklarındaki nemi silmiş ve usulca ilerleyip, yere otururken, yutkunarak:

“-Şeyhim...” demiş...

“-Evlâdım... Evlâdım…” demiş şeyh efendi... “Az yaklaş hele...” diye devam etmiş...

Derviş, çekingen tavırlarla ilerleyip şeyhine yakın bir mindere oturmuş. Şeyhi, bu sırada, üzerindeki gömleğin üst düğmelerini açıp, kan revân içerisindeki, ezik, morluklarla dolu, göğsünü mürîdine göstererek:

“-Oğlum, epey uğraştın, uğraştın ama kendisine hamd-ü senâlar olsun, Rabbimiz, senin o günâhı işlemene, izin vermedi...” demiş..

***

Her biri başka bir ibretin öznesi... Âlemlerin Rabbi’ne daha yakın olma kaygısıyla çaldığımız kapılar ve gördüğümüz kabuller... Aslında O’nun rahmet gündemine girebilmek ve oradan hiç düşmemek gâyesiyle, kalbî tedrisâtımız için muallimimiz olsun istediğimiz yüksek şahsiyetler ve içerisinde bulunmaya kendimizi adadığımız cemiyetler... Mü’minliğimizin son nefese kadar devam edecek inşasında, çimentoyu dâimâ tedârikte bulundurma gayretimiz…

İlk vaktin heyecan, aşk, muhabbet, gönüllülük ve dert dolu o havasını tüm zamanlarımızda hissedebilmek için kendimize zaman zaman sormamız gereken sorular var:

Bu kapıyı niçin çaldık? Veyâ bu kapı bize neden açıldı? Bîhaber olsaydık, kabul görmeseydik, dışarıda kalsaydık ya da hasbelkader kopup gitseydik, hâlimiz nice olurdu?

Tutunduğumuz dalın, bizde hakkı yok mudur? Bir dalı tutabilmiş olmanın hakkı nelerdir? İçinden çıkınca suyun ne olduğunu anlayan balığın hâlinden, bir ibret nasîbini oturduğumuz yerde mi bekleyelim?

Yoksa çıkıp dışarı, bir başkasının çalacağı kapı, tutunacağı dal mı olalım?

İçi-dışı, kulbu, tokmağı, tahtası, eşiği, her tarafı birer imtihan olan kapılarda, kulluğun hakkını verme gâyesiyle bulunmaktan, son âna kadar berî olmamak niyâzıyla…


Halit Yasir Özoğul'ın Yazısı.